Kadro sorunu ve kadro politikası üzerine

“Örgütsüz bir halk silahsız bir orduya benzer” diyordu Mao yoldaş. Eğer bir halkın, sınıfın kendi örgütü, savaşımında ona öncülük edecek partisi yoksa hiçbir şeyi yok demektir. Zira örgütlenme ve örgüt bizim için dünyayı değiştirmek için gerekli olan araçtır. Sınıflar mücadelesinde birçok örgütlenme ve örgüt biçiminden bahsedebiliriz. Ancak proletaryanın tarih sahnesine çıkması ve kendisi için bir sınıf haline gelmeye başlamasıyla birlikte, kendisini kurtuluşa götürecek, kendi sınıf örgütünü de yaratmıştır. Proletaryanın sınıf örgütü ise komünist partidir. Komünist parti, proletaryanın iktidarını sağlayabilecek, devrim yapabilecek öncü, örgütlü ve çelik disiplinli biricik örgütüdür.

Proletaryanın bilimsel ideolojisi olan MLM teoriyle, hareketin yasalarının ve devrimin yasalarının bilgisiyle silahlanmış, sınıfa önderlik edecek bir parti olmadan işçi sınıfı ve ezilen halkların zaferler kazanması olanaksızdır. KP’nin gerekliliği ve zorunluluğu da buradan gelir. Ancak komünist partinin sınıfa önderlik edebilmesi için de sınıfı, hareketi örgütleme yeteneğine sahip ideolojik, politik, örgütsel olarak donanımlı, sınıf mücadelesinde çelikleşmiş kadrolardan oluşan iyi bir önderliğe sahip olması gerekir. Yani KP’siz devrim, önderliksiz komünist parti düşünülemez. Diyebiliriz ki proleter ideolojiye göre şekillenmiş doğru bir çizgi belirlendikten sonra komünist partilerin ve devrimin geleceği sınıf mücadelesinin içinde çelikleşmiş, kitlelerle sıkı bağları olan, MLM ideolojiyi kuşanmış proleter devrimci kadroların yetiştirilip eğitilmesine bağlıdır. Zira belirlenen doğru çizgiyi hayata uygulayacak olan kadrolardır.

Bir komünist partinin siyasal çizgisini anlayıp, kavrayıp, özümseyen ve pratiğe uyarlayabilecek onun için mücadele edecek kadro ve militanları yoksa, var olan doğru çizgi ve politikası kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur ve tek başına bir anlam ifade etmez. Elbette komünist parti ideolojisi, siyaseti, örgütsel yapısı ve ona yön verecek olan kadro, üye ve militanlarıyla bir bütündür. Ve bunların toplamı, diyalektik bütünlüğü partiyi oluşturur. Ama komünist partinin politik iktidar mücadelesinde ona yön verecek, ileriye taşıyacak olan ise esasta kadrolardır. Stalin yoldaşın dediği gibi bu iktidar mücadelesinde “Kadrolar her şeyi belirler”! Bunun için de kadro sorunu KP’ler için her zaman tayin edici bir sorun olmuştur. Ve güncelliğini hiç yitirmemektedir.

Sınıf mücadelesinin, partinin içinde bulunduğu koşullara paralel yakıcılık düzeyi, şekli farklılaşsa da kadro sorunu, kadro ihtiyacı ve kadroların eğitilmesi her daim komünist partinin en temel sorunlarından birisi olmuştur. Bugün bizim açımızdan da en temel sorun ve ihtiyaçlardan birisi, var olan kadrolarımızın korunması, yetkinleştirilmesi, yeni kadroların yaratılması ve yetiştirilmesi, mücadelenin ihtiyaçlarına göre konumlandırılmasıdır.

Unutmayalım ki; doğru bir önderlik tarzı ve yönteminin en önemli bileşeni doğru bir kadro politikasının yaşama geçirilmesiyle mümkündür. Bugün de bir tarafta sınıf mücadelesinin geliştiği, devrimci durumun yükseldiği, sistemle çelişkilerin arttığı ve kitlelerin kendiliğinden farklı arayışlara yöneldiği; diğer tarafta devrimci durumun yükselişine paralel, artan faşizmin saldırılarının yoğunlaştığı, hatta bu saldırılara rağmen kitlelerin bir bütün geri çekilmediği önemli bir süreçten geçiyoruz. Bu süreçte kitlelerle bütünleşip onlara önderlik edebilmek, onları örgütleyebilmek için her zamankinden daha fazla kitlelerle sıkı bağları olan, ideolojik, politik olarak onlara önderlik edecek, donanımlı, bu mücadelede önüne çıkan her türlü zorluğa göğüs gerecek, soğukkanlılığını yitirmeden yoluna devam edecek, umutsuzluğa, yılgınlığa ve karamsarlığa kapılmadan inancını, davaya bağlılığını koruyacak, sabır, ısrar ve kararlılıkla önüne çıkan engelleri aşacak, kendi yolunu bulabilecek ve kitlelere de yol gösterip onlarla yürüyecek kadrolara ihtiyacımız var. “Devrimin geleceğinin kadrolara bağlı” (Mao) olduğunu düşünürsek, kadroların eğitimi ve yetiştirilmesi sorununa da stratejik bir sorun olarak yaklaşıp merkezi bir kadro politikası geliştiririz/geliştirmek zorundayız.

Önderliğin kitlelerin tayin edici rolündeki yeri şüphesizdir. Ama sınıf mücadelesinde çelikleşmiş, sağlam kadrolar ve sürekliliği sağlanmış bir önderlik yaratabilirsek kitlelerin devrimci hareketi engellenemez. Aksi takdirde yenilgi ve gerilemeler kaçınılmaz olur.

Merkezi düzeyde ele alınmış, üstten alta doğru örgütlenmiş ve yaşama geçirilen bir kadro politikamız yoksa, saflarımızda MLM teorimizin, stratejimizin, uzun ve kısa vadeli yönelimimizin kadrolarına yeteri düzeyde sahip değilsek bu boşluğu kendiliğindenci kadro politikası doldurur. Ve her türden ve renkten bir dizi ideolojik hastalığın yaşam bulduğu, hatta düşman sızmalarının mümkün olduğu, kitlelere güven vermeyen, bürokratik, davasına yeterince bağlı olmayan hastalıklı kadro tipleri yetiştiririz. Böylesi kadrolarla da ne partiye ne devrime ne de sınıfa önderlik yapılabilir.

Bu yazıda nasıl bir kadro politikası ve nasıl bir kadro tipinden bahsediyoruz, dönemin ihtiyaçları nedir sorularına yanıt aramaya çalışacağız.

Öncelikle “kadro” derken neyi, kimleri kastediyoruz? İşe önce bunu açıklamakla başlayalım. Zira bugün ülkede faaliyet yürüten devrimci, komünist, yurtsever vb. sol cenahta kadronun tanımına kimlerin girdiği, kadrodan kimlerin anlaşılması gerektiğine dair tam bir ortaklık, fikir birliği yok. Kimi yapılar profesyonel faaliyet yürüten tüm faaliyetçileri kadro olarak tanımlıyor. Kimi yapıların kadro tanımlama kriterleri teoride biraz daha yüksek olsa da uygulamada sergiledikleri tutumla uyuşmamakta. Bu uyumsuzluk yeni, tecrübesiz ya da zaaflı, henüz örgütlenmeye ihtiyacı olan militanları örgütçü, yönetici olarak görevlendirmeleri ve atamaları gibi pratiklerle kendini gösteriyor. Kadro politikasındaki kavrayış farkları kadro-üye-militan arasında silikleşen belirlemeleri vs. ile KP’ler için ise kadrolar Lenin ve Stalin yoldaşların belirttiği gibi partinin en değerli fonlarıdır. KP’nin, önderliğin tayin edici gücünü oluştururlar. Onlar MLM bilimini kılavuz olarak alan, uzağı görme yeteneğine sahip, sınıf mücadelesinin karmaşık yapısı içinde her daim yönünü bulabilen, KP ve kitleler içinde politika üretebilen, harekete yön verebilen ve ustaca yöneten komünistlerdir. Kuşkusuz tüm kadroları aynı yetkinliğe sahip olarak değerlendiremeyiz. Deneyimli, birikimli kadrolarla yeni, tecrübesiz ve gelişmekte olan kadrolar arasında fark olacaktır. Amaç militanından üyesine, deneyimsiz kadrosundan deneyimlisine komünist partinin ideolojik, politik ve teorik eğitim düzeyini ve savaş yeteneğini yükseltmek, kadro ve militanlarını MLM’yi kılavuz olarak kullanan komünistler olarak yetiştirmektir.

Genel anlamda “kadro”dan ne anladığımızı, kadronun temel özelliklerini ortaya koysak da, tek tip, değişmez, dönüşmez, mekanik bir kadro anlayışından ve politikasından bahsedemeyiz. MLM kadro tanım ve özelliklerinin özünü korumakla birlikte her dönemin kadro tipi ve ihtiyacı buna paralel kadro politikası da farklılaşabilir/farklılaşır. Mücadelenin içinden geçtiği süreçlere, KP’nin kavrayışına, iç sorunlarına ve geçirdiği dönemlere vb. göre kadro tipi ve ihtiyacı değişebilir. Önemli olan özgünlüğü kavrayıp dönemin ihtiyaçlarına yanıt olacak kadroları yetiştirebilmek, şekillendirebilmektir. Nesnel gerçekliği doğru kavrayamazsak anın, dönemin ihtiyaçlarına yanıt olacak kadro ve militanları da yaratamayız.

Kadro politikası mücadelenin biçimine, ülkenin koşullarına ve sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu evresine vb. göre belirlenir, kadro ve militanlar eğitilir, şekillendirilir. Örneğin koyu faşizmin baskısı altında her an ölüm, tutsaklık ve işkence tehdidiyle yüzyüze kalarak illegal ve silahlı mücadelenin esas olduğu ülkemizdeki gibi koşullarda faaliyet yürüten KP’nin kadro politikasıyla, burjuva demokrasisinin olduğu, parlamenter mücadele olanaklarının olduğu bir ülkede faaliyet yürüten KP’nin kadro politikası, kadro ve militanlarını şekillendirişi, onlardan beklentileri aynı değildir. Ya da devrim yapmış bir ülkedeki KP’nin kadro politikasıyla henüz devrim yapmamış bir ülkedeki KP’nin kadro politikası bile farklı olacaktır. Yani devrim öncesi ve devrim sonrası biçiminde. Birisinde kadro ve militanlar devrimi, sosyalizmi inşa etmekle yükümlüyken, diğerinde devrimi gerçekleştirmekle yükümlüdürler.

Yine ihtiyaçlar, devrimin içinden geçtiği evrelere göre de farklılaşabilir. Bunun canlı ve çarpıcı örneklerini Ekim Devrimi ve devrim sonrasında çokça görebiliriz. Örneğin Ekim Devrimi öncesinde Çarlık Rusya’sının baskısı ve despotizmi altında illegal koşullarda çalışacak, sürgünleri, ölümleri, tutsaklıkları göze alacak, kitlelere önderlik edecek kadrolara ihtiyaç varken, devrim sonrasında iç savaş döneminde “özellikle ordunun inşası ve savaşın yürütülmesi için komutanlara,…” askeri anlamda yetkin ve yetenekli kadro gereksinimi daha önemli bir yerde duruyordu. İç savaştan sonra sanayinin inşası sürecinde de ekonomiyi yönetecek, yönlendirecek kadrolara ihtiyaç olduğunu belirtiyordu Stalin yoldaş.

Kadro politikasındaki ihtiyaç ve farklılaşmalar için illa Ekim Devrimi’ndeki gibi devrim öncesi-sonrası, iç savaş ve ekonomik inşa vb. keskin dönemeçlerin de yaşanması gerekmiyor. Sınıf mücadelesinin seyrine paralel komünist partinin kendi yaşadığı süreçlere, ülkedeki ve dünyadaki genel siyasi-ekonomik gelişmelerin yarattığı etkiye vb. göre de andaki görev ve ihtiyaçlar farklılaşabilir. İhtiyaca paralel kadro politikasını geliştirmek gerekmektedir.

 

TDH’nin çıkışından itibaren kadro ve kadro sorunu

TDH’nin çıkışından bugüne kadar proletarya partisi de dahil TDH’nin en temel sorunlarından birisi de kadro sorunu olmuştur. Kadro sorunuyla birlikte kadroların şekillenişi, gelişimi içinden geçilen dönemlerden, koşullardan bağımsız olmadığı gibi kadronun, çatısı altında bulunduğu parti ve örgütten, örgütün ideolojik politik çizgisinden, kültüründen vb. de bağımsız gelişmemektedir.

’70’lerin temel özelliğine baktığımızda ’68 gençlik hareketinin ve Çin Kültür Devrimi’nin rüzgarının estiği, devrimci bir dalganın yükseldiği bir süreç olduğunu görürüz. Türkiye’de ise Mustafa Suphilerin Kemalist diktatörlük tarafından katledilmesinden sonra TKP’nin reformist, revizyonist bir çizgiye çekilip, sınıf işbirlikçisi, sosyal şoven bir yapıya büründürülmesiyle ülkenin üzerine serpilen 50 yıllık ölü toprağın yeni yeni atıldığı; Çin, SSCB, Vietnam devrimlerinin tartışıldığı, Türkiye devriminin yolunun belirlenmeye çalışıldığı bir süreçtir. Bu süreç, bir yandan halk hareketlerinin yükselmesini, diğer yandan da devrimci ve komünist hareketin doğmasını, KP’nin (Proletarya Partisi) kurulmasını getirmişti. ’71 devrimci çıkışıyla reformizm ve revizyonizmden kopuş sağlanırken TDH’nin silahlı devrimci çizgisi de doğmuştu. Bu eksende devrimin stratejisi ve yolu boyutuyla TDH, üç temel çizgiye ayrılarak silahlı mücadeleyi başlatmışlardı.

Marksist teorinin kavranması ve kavrandığı oranda pratiğe geçirilme girişimiyle birlikte bir nevi TDH’nin aydınlanma süreci olarak da değerlendirebileceğimiz ’70’lerin kadro ve militan yapısı da, bu sürecin ve bu tartışmaların içinden çıkmıştı. Bu dönem; sürece, ihtiyaca, yeni yeni oluşan devrimci teoriye ve dönemin tartışmalarına yanıt olabilmek için daha fazla okuyan, araştıran, sorgulayan, tartışan, kitlelerle daha sıkı bağ içinde, yeni yeni oluşturulmakta olan teorinin pratikle sentezini yapmaya çalışan kararlı, davaya bağlı, feda ruhunu kuşanmış kadro ve militan tipi söz konusuydu.

Bu özelliklerin somutlandığı isimlerin başında da kuşkusuz TDH’nin önderleri; Denizler, Mahirler, İbrahimler geliyordu. Ve ’71 devrimci çıkışının komünist yüzünü ise İbrahim Kaypakkaya ve kurduğu proletarya partisi oluşturuyordu.

’71 devrimci çıkışını faşist TC devleti de kapsamlı bir saldırıyla karşılamış, başta kurucu önderler Deniz Gezmiş ve yoldaşlarını idam ederek, Mahir Çayan ve silah arkadaşlarını Kızıldere’de, Sinan Cemgil’i Nurhak’ta ve İbrahim Kaypakkaya’yı Amed zindanlarında işkenceyle katletmesi olmak üzere TDH’nin birçok kadrosu katledilmiş, tutsak alınmıştı. Kuşkusuz TDH ilk yenilgisinden sonra önderlerinin mirasını kuşanıp kabaran kitle mücadelelerinin içinde yeni kadro ve militanlarını çıkararak ilerlemesini öğrendi diyebiliriz.

Bu dönemde kitlelerin içinde, onların hem öğretmeni hem öğrencisi olan, gıdasını kitlelerden alan, onlarla bütünleşebilen, davasına bağlı, militanlık, kararlılık, dürüstlük ve feda ruhu gibi özellikleriyle kitlelere daha fazla güven veren kadro ve militan tipini görebiliyoruz. Tam da bundan dolayı o süreçlerin tanığı kitleler, eski devrimcilerle yeni kuşak devrimcileri kıyaslamakta, eski devrimcilerden saygıyla bahsetmekte, yeni kuşak devrimcilerde eskilerin olumlu özelliklerini aramaktadır.

’80’lere gelindiğinde ’80 darbesi sadece toplumsal muhalefeti bastırıp toplumu sindirmedi. TDH’ye de ciddi darbeler vurdu. Üstelik de sadece örgütsel olarak değil, siyasi, ideolojik olarak da yılgınlığın ve karamsarlığın boy vermesine neden oldu. Bu süreçte ve devamında faşist darbenin baskısı, işkence, katliamlarıyla birçok kadro ve militan katledilirken, azımsanmayacak sayıda kadro ve militan da karamsarlık ve umutsuzluk girdabında ya ideallerinden vazgeçtiler ya da mülteci hayatı seçtiler. Elbette dövüşenler, direnenler, karanlığı aydınlığa çevirmek için canla başla mücadele edenler de vardı. Onların direngen, baş eğmeyen tavırları kırda, şehirde, çatışmalarda yazdıkları direniş destanı, düşman karşısındaki kararlı, uzlaşmaz duruşları, hesap soruculukları vb. devrimci-komünist kadro ve militanlar şahsında devrimci geleneğin büyümesini de sağlıyordu.

Ancak buna rağmen yenilgi sürecinin yarattığı kadro yetmezliği gözardı edilemezdi. Birçok parti ve örgüt var olan kadro yetmezliğini aşma noktasında eksik, zaaflı bir ele alış sürecine de kapı araladı. Marksist kadro kriterleri kısmen rafa kaldırılarak boşalan kadroların yerleri yetersiz, zaaflı, düşman karşısında gereken tavrı sergileyememiş vb. militanlarca doldurulma çabaları devrimci hareketin niteliğini düşürürken birçok yapının kadro kriter ve beklentileri de aşağıya çekilmiş oldu. Dönemin umutsuz, karamsar tablosuyla da beslenen sorunlu, başarısızlıkların üzerini örten, zaaflarıyla barışık kadro tipleri yaratılmasına vesile olunmuştu.

Bugün Türkiye’deki birçok devrimci parti ve örgütte yaşanan kadro sorununun, bir bütün olarak sürekliliği sağlanmış biçimde çözülememesinin nedenlerinden birisini de buralarda, ’80’lerin zaaflı kadro geleneğinde aramak gerekiyor.

’90’lara gelindiğinde ise; ’80 askeri faşist darbesiyle sindirilen toplum ve toplumsal muhalefet ’90’larla birlikte yeniden yükselişe geçerken devrimci hareketler de ’80 darbesinin yenilgisinden sonra yeniden toparlanmaya başlamıştı. Haliyle bu olumluluk proleterya partisi de dahil TDH’nin kadro sorunu ve ihtiyacını kısmen de olsa çözmede yansımasını göstermişti. Diyebiliriz ki TDH’nin kadro ve militanlarının ’70’lerden sonra en gelişkin ve yetkin olduğu süreç 90’lı yıllar olmuştu.

Sınıf mücadelesinin gerileme ve gelişim seyrine paralel kadro sorununda da yaşanan ’80 sonrasının ya da 2000 ve sonrasının artan kadro sorunu ve politik seviyesi gerileyen kadro militanlarla kıyaslandığında ’90’lı yıllarda yükselen sınıf mücadelesinin ve ulusal mücadelenin pratiğinin içinde pişen ve daha hızlı gelişen kadro ve militanların da okuyup, araştırıp sınıf mücadelesinin sorunlarına yanıt ararken aynı zamanda teorik birikimini kitlelerle, pratikle de bütünleştirme yönü daha iyi olan ve politik anlamda daha gelişkin kadro özelliklerinin bulunduğunu söyleyebiliriz.

Ancak bugünün önünü açmada yetersiz olduğu ortadadır. Ama bunu da ülkedeki ve dünyadaki sınıf mücadelesinin gelişim seyrinden, kapitalist, emperyalist sistemin politika ve saldırılarından, yerellerdeki yansımalarından ve devrimci öznenin nesnel durumu kavrayışı ve konumlanışından bağımsız değerlendiremeyiz. Nesnel durumu anlamadan, anın ihtiyaçlarına da yanıt olamayız. Biz de komünist partiye ve partiyle birlikte sınıf mücadelesinin seyrine yön verecek kadro ve militanlarını yetiştirebilmek, geliştirebilmek ve güncel görevleri belirleyebilmek için ülkede ve dünyadaki egemen güçlerin durumuna, saldırılarına, uluslararası komünist hareketin gelişimine ve bununla bağlantılı olan ülkedeki devrimci hareketin ve komünist hareketin konumlanışına kısaca göz atmamız yerinde olacaktır.

 

Emperyalizmin neo-liberal saldırıları ve proleter harekete etkileri

Özellikle ’70’li yılların ikinci yarısından itibaren ’68 gençlik hareketinin ve Çin Kültür Devrimi’nin etkisinin zayıfladığını ve tüm dünyada emperyalizmin siyasi, ideolojik, ekonomik saldırılarının yoğunlaştığını görüyoruz.

Ekonomik alanda: Emperyalist devletlerin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası yakaladığı görece istikrar ’70’lerde yaşadığı büyük ekonomik krizle bozulmuştu. Emperyalizm, kendi sonunu getirebilecek büyüklükteki bu krizini aşabilmek için uluslararası üretimi ve bölüşümü yeniden örgütlemeye gider. Emperyalizm, neo-liberalizm söylemleriyle giriştiği bu yeni örgütlenmesiyle, ulus devletler tarafından düzenlenen üretim ve değişim ilişkilerinin çözülmesini ve yerine uluslararası mali sermayenin egemenliği altında birleştirilerek örgütlenmesini geçirir. Bunun için dünya pazarının serbestçe gelişmesinin önündeki engeller kaldırılır, ulus devletler uluslararası sermaye dolaşımının önündeki engelleri kaldırması ve sınırlarını açması için zorlanır. Böylece uluslararası tekeller yarı-sömürge yarı-feodal bağımlı Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerine çullanıp eşi görülmemiş bir yağmacılıkla bu ülkelerin yeraltı zenginliklerini, devlet kuruluşlarını kârlı sanayi ve yatırım dallarını özelleştirmesi vb. biçiminde ele geçirir. Hızla gelişen üretim teknolojisinden ulaşım, haberleşme ve iletişim teknolojilerine kadar çok çeşitli teknik gelişim kaynaklarından da yararlanılacak yarı-sömürge yarı-feodal ülkeler emperyalist tekellerin üretim üslerine dönüştürülür. Yüksek teknoloji gerektiren üretim emperyalist ülkelerde gerçekleştirilirken emek yoğunluklu, çevreye, doğaya, insana zararlı, fazla teknoloji gerektirmeyen ya da ucuz teknoloji gerektiren üretim ise yarı-sömürge yarı-feodal, bağımlı ülkelere kaydırılır. Örgütsüzlüğün dayatılması ve işçi emekçilerin kazanılmış sosyal, siyasal, ekonomik haklarının gaspı üzerinden yükselen bu sistemle işçi emekçilerin ücretleri düşürülür, emek yoğunluğu ve çalışma süreleri artırılır. Çalışma koşulları çok yönlü esnekleştirilerek taşeronlaştırma ve enformel çalışma ve üretim dayatılarak kuralsız bir sömürü gerçekleştirilir.

Adına neo-liberalizm de denen bu sömürüyle uluslararası mali sermaye dünya çapında sanayide, tarımda, ticaret ve bankacılıkta eşine rastlanmamış bir biçimde sınır ötesi yoğunlaşma ve merkezileşme sürecine girer. Aynı şekilde eşine rastlanmamış bir sömürü, talan, açlık, yoksulluğu da getirir.

 

Uluslararası Komünist Hareketin gerilemesi

Bu saldırıların siyasi, ideolojik ayağının başlangıcı ise sosyalizm ve demokratik devrimlerden dönülerek revizyonizme saplanılmasıyla başlar. İlk olarak SSCB’de, SBKP’nin 20. Kongresi’nden sonra (1956) bürokratlaşan burjuva kliğin egemenliği ele geçirmesinden itibaren sosyalist niteliğini yitirip yozlaşarak dejenere bir hal alması ve revizyonist bir kulvara savrulmasıyla başlar süreç. 1976’da Çin’de Mao’nun ölümünden sonra revizyonist kliğin iktidarı ele geçirmesini eskiden sosyalist, demokratik olan ülkelerin tamamının revizyonist bir yozlaşma sürecine girmesi, aynı zamanda Uluslararası Komünist Hareket’in de yeni, geri, bunalımlı bir sürece girmesini getirir. UKH’in bunalımının emperyalist güçleri neo-liberal saldırıları için daha da cesaretlendirdiği bir gerçek.

 

Post-modernizm ve post-modern saldırılar

Emperyalizmin neo-liberal saldırılarının ideolojik ayağını ise post-modernizm ve post-modern akımlar oluşturur. 1980’lerde ortaya çıkan post-modernizm özellikle 1990’lardan itibaren daha da yaygınlaştı. Sol görünüm adı altında, sözde emperyalizmin neo-liberal politikalarına karşı çıkan post-modernizm aslında emperyalizmin bu politikalarının ideolojisi ve siyasetinin belli yönlerini yaşama geçirmektedir. Terry Eagleton’un tanımı ile “çoğulculuk kültü”, “öznesiz bir liberalizm”dir post-modernizm.

Sınıf savaşımının ve ulus devlet anlayışının miadını doldurduğunu savunan post-modern akımlar merkezi ve parti örgütlenmelerini reddederken, ademi merkeziyetçiliğe ve otonomiye dayanan kültürel kimliklerin kaynaştığı, toplulukların küreselleştiği bir toplum tasavvur ederler. Merkezi örgütlenmelerin yerine birey ve bireycilik felsefesini savunan post-modernizm ideolojik temelde KP ve merkezi örgütlenmelere, sömürücü sınıfların devamı olduğu savıyla saldırmakta, diyalektik ve bilimsel yöntemi yadsıyarak yerine öznelciliği, bilinmezliği ve göreceliliği kutsamaktadır.

Bu saldırılar “sosyalizmden geriye dönüşler”le prim yapmaya başlayan revizyonizm, reformizm ve oportünizmin 1956’dan itibaren sosyal emperyalist bir kulvarda olan Sovyetler Birliği’nin 1990’da havlu atıp, geri dönüşünü açıklamasıyla yani SSCB’nin dağılmasıyla zirve yaptı. Aslında SSCB’de çöken sosyalizm değil, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un modern revizyonist politikaları olsa da emperyalist güçler “tarihin sonu”, “sosyalizmin sonu” vb. propagandalarıyla umutsuzluğu, yılgınlığı yayıyorlardı. Bu rüzgardan başta “sosyalizm” adı altında modern revizyonist çizgide olan partiler başta olmak üzere SSCB’nin son sürecini komünist, SSCB’yi de komünizmin kalesi olarak gören parti ve örgütler büyük bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk yaşayarak etkilendiler. Ciddi savruluşlar yaşadılar.

 

Komünist Parti anlayışına alternatif sunulan sivil toplumculuk

Emperyalizmin ’90’lı yıllarda başlayan en önemli siyasi, ideolojik saldırılarından birisini de sivil toplumculuk anlayışı oluşturuyordu. Özünde emperyalizmin neo-liberal politikalarının yarattığı tahribata karşı toplumda uyum sağlamayı hedefleyen sivil toplumculuk anlayışı genelde emperyalist kuruluşların finansmanını sağladığı, onların desteğiyle neo-liberal politikaların tahribatlarını tolere etme işini, oluşturulan sivil toplum kuruluşları aracılığıyla sağlıyor/du. Böylece neo-liberal politikalarla gasp edilen sosyal ve kazanılmış hakların ve özgürlüklerin yükü sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla hafifletilip toplumda kapitalizmin kabul edilebilir hale getirilmesi hedefleniyordu diyebiliriz.

Sivil toplumculuk anlayışının diğer bir hedefi de; birçok post-modern akımla da birleşerek hedefine demokratik merkeziyetçilik ilkesine sahip devrimci komünist örgütlenmeleri koyarak, yerine çevre, sağlık, cinsiyet, kültür vb. dallarda örgütlenmiş esnek ve ademi merkeziyetçilik ilkesine göre örgütlenmiş, sistem tarafından da desteklenen kimi emperyalist devletlerin ve UNICEF, UNESCO, DB gibi emperyalist kuruluşların finansmanını sağladığı sivil toplum kuruluşlarını alternatif gösteriyorlar/göstermeye çalışıyorlardı.

 

Emperyalizmin ideolojik saldırılarının etki ve tahribatları

Emperyalizmin siyasi, ideolojik, ekonomik saldırılarını ve bunların yarattığı tahribatları daha da çoğaltabiliriz. Şu bir gerçek ki dünyanın hiçbir ülkesi ve o ülkelerdeki devrimci komünist hareketler de bu saldırılardan azade kalmadı. Özellikle de bilgi ve teknoloji erişim olanaklarını, başta internet olmak üzere komünikasyon hizmetlerinin hızla gelişmesi, sömürü ve saldırıların yoğunlaşmasını hızlandırırken, tahribatlarını, ideolojik deformasyon ve dejenerasyonun, yozlaşmanın da etki gücünü artırdı. UKH’in etki gücü zayıflarken sivil toplumcu, neo-liberal, post-modernist, anarşist, revizyonist, reformist vb. özünde benzer noktalarda birleşen kapitalist emperyalist sistemin ideolojik saldırıları artık “yeni bir çağa” girildiği, tüm dünyanın “küreselleştiği”, sınırların, sınıfların kalmadığı, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin de önemini yitirdiği, kapitalist emperyalist ve faşist sistemlerin de zor kullanılmadan dönüştürülebileceği, silahlı mücadele devrinin miadını doldurduğu, evrimsel devrimlerin esas olduğu gibi tez, propaganda ve ideolojik saldırılar toplum üzerinde de, devrimci komünist örgütler üzerinde de etkili oldu. Dünyanın birçok ülkesinde başta ulusal kurtuluş mücadelesi yürüten örgütler olmak üzere devrimci, komünist partiler de dahil silahlı mücadeleyi tasfiye edip reformizme doğru savruldular.

 

Türkiye’yi de saran tasfiyeci süreç ve dalga

Ülkemizde de TDH daha yeni doğmuş henüz gelişimini tamamlayamamışken ilk yenilgisini kurucu önderlerinin katledilmesiyle almış, devamında da emperyalizmin yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde neo-liberal politikaları uygulayabilmek ve önündeki engelleri kaldırmak için devreye soktuğu ve esasta devrimci, sol muhalefeti sindirmeyi hedefleyen askeri faşist darbelerden nasibini aldı. Daha olgunlaşmasını tamamlayamamışken 12 Eylül 1980 askeri darbesinden yenilgiyle çıkan TDH’nin özellikle ’90’lardan sonra yoğunlaşan yukarıda anlattığımız tasfiyeci ideolojik saldırılardan etkilenmesi kaçınılmazdı.

Kimileri açıktan havlu atarak tasfiye oldular. Ya da silahlı mücadeleden vazgeçip yasallaşarak reformist kulvara savruldular. Kimileri ise silahlı devrimci mücadelede ısrarı sürdürdüler. Ama bu saldırılardan etkilenmedikleri anlamına gelmiyordu. Devrimci, komünist ilkelerde esneme, gevşeme, dejenerasyon vb.ler yaşanırken kendi içinde darlaşarak, kitlelerden uzak ve kopuk, kitlelerin gerisinde kalan (ya da çok ilerisine geçen), onlardan yalıtık ama onlar adına çokça ahkam kesen, kitlelerle bütünleşmekten, kendi gündemlerini yaratmaktan ziyade takvimsel gündemlerle darlaşan, rutin işleri tekrarlayan, basın açıklamaları yapmayı büyük eylem “sanarak” kendi gürültüsünden şevke gelen pratik ve yaklaşımların söz konusu olduğunu söylemek abartı olmaz.

Genel olarak bu süreçte reformist düşünüş ve yaklaşımlar gelişirken sınıf mücadelesi, sınıf çelişkisi geri plana itilmekte. Post-modern ya da post-“Marksist” akımların etkisiyle mezhepsel, inançsal, ulusal, cinsel, doğa, çevre vb. çelişkiler daha fazla gündemleşip, bu çelişkilere ilgili yoğunlaşma artarken, bu çelişkilerin birbirleriyle ve sınıfsal zeminle bağını kurmadan, sistem karşıtı bir noktaya evrilmeden/evriltmeden sistem içinde, mevcut gerici sisteme endeksli çözüm arayışlarına yönelinmekte.

Elbette ki sınıf mücadelesinin önündeki en önemli toplumsal çelişkilerin gündemleşmesi, irdelenip çözüm arayışlarına girilmesi önemli. Ya da kimi sol sekter, dogmatik çevrelerin yaptığı gibi bu çelişkilere gözlerimizi kapamamız imkansız. Ama doğru zeminde ve doğru ideolojik, politik, sınıfsal bakış açısıyla ele alınıp sınıf mücadelesinin kanalında birleştirilmediğinde genel olarak dünyada da ülkemizde de reformizmin beslendiği en önemli kaynaklardan birisi olmakta bu çelişkiler.

Ülkemizde reformizmin bu kadar gelişmesinde ve prim yapmasında yukarıda değindiğimiz yönlerle de bağlantılı olarak, en örgütlü ve etkin politik öznelerden olan Kürt Ulusal Hareketi’nin içinde bulunduğu reformist hattın etkisi büyüktür. KUH’nin ’90’ların başlarından itibaren önce Marksist literatür ve simgelerden uzaklaşmaya başlaması, devamında barış çağrılarıyla başlayan ideolojik-politik değişim süreci, Öcalan’ın tutsaklığından sonra (PKK’nin 7 ve 8. Kongrelerinde) kabul ettikleri Öcalan’ın ideolojik felsefi temelini post-modern M. Boockhin’den alan Demokratik-Ekolojik Toplum ve Konfederalizm olarak adlandırdığı yeni paradigmasıyla devrimci ulusal çizgiden reformist hatta doğru savrulmuştu. Dönem tek taraflı ilan edilen ateşkesler, devletle yürütülen müzakere ve “çözüm süreci” vb. süreçlerde “silahlı mücadele devri bitti” propagandası yapılıp parlamenter mücadele kutsanırken, sivil toplumcu, katılımcı devleti direkt hedef almayan, dönüştürme ve düzeltmeleri hedefleyen örgüt ve örgütlenme çalışmalarıyla reformizm ve legalizm daha da güçlendirildi.

Emperyalizmin ülkedeki ve dünyadaki daha da çoğaltabileceğimiz tüm bu ideolojik, siyasi, askeri vb. saldırılardan ülkenin devrimci ve komünistlerinin de etkilendiği, bu süreçte özellikle devrime inanç, davaya bağlılık ve örgüt bilincinde ciddi bir zayıflama yaşanırken, sınıf bilinci ve sınıfsal bakış açısı sakatlanmaya başlamış, sınıfların ve sınıf mücadelesinin gereksizliği söylemlerinin etkisi altında silahlı-illegal devrimci mücadelenin meşruluğuna inanç ve güvenin de zedelenmiş olduğu bir gerçek.

Elbette ülkede ve dünyadaki tablo bu kadar karamsar değil. Bir tarafta emperyalizmin siyasi, ideolojik, askeri, ekonomik saldırıları sürerken, bu saldırılar, karşı direniş cephesini de güçlendirdi. Neo-liberal saldırılarla uluslararası üretim parçalara ayrılıp, “merkezden çevreye” biçiminde sömürge, yarı-sömürge ülkelere yayılarak tüm dünyayı kapsayan uluslararası birleşik üretim sistemini ve dünya pazarını geliştirirken, beraberinde emperyalist sömürü ve kârı da büyütmüştür. Bu süreç aynı zamanda üretici güçlerin de güçlenmesini, büyümesini sağlamıştır.

Yine “bilgisayar çağı” olarak da tanımlanan ’90’lardan sonra internet ve telekomünikasyon sistemi başta olmak üzere teknoloji ve iletişim sistemindeki gelişmeler uluslararası mali sermayenin büyümesine katkı sunarken bir taraftan aşırı üretim krizini, diğer taraftan borsalarda da biriken spekülatif kârın fışkırmasını sağlamış, emperyalizmi ise “küresel” çapta birbirini takip eden ve bir dizi kriz ve bunalıma doğru götürmüştür. Krizle birlikte başta yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkeler olmak üzere tüm dünyada kitlesel çapta artan işsizlik, esnek, enformel ve güvencesiz çalışma koşulları, yine artan açlık, yoksulluk ve maddi yaşam düzeyinin sürekli gerilemesi vb. işçi emekçi yoksul halkın büyüyen öfkesi ekonomik krizlerle birlikte bir dizi siyasi bunalımı da beraberinde getirdi. Bu süreç başta sömürü ve talanın en fazla olduğu emperyalizme bağımlı ülkeler olmak üzere tüm dünyada devrimci durumun yükselmesini de sağladı. Emperyalistlerin “21. yüzyıl ayaklanmalar yüzyılı olacak” tespiti ve korkuları tam da bundan, yükselen devrimci dalgadan dolayı diyebiliriz.

Tüm dünyada uyanmaya başlayan/uyanan sınıf bilinci başta Latin Amerika ülkelerinde olmak üzere, toplumsal istikrarsızlığın, grev ve hak arayışlarının, kendiliğinden kitle hareketlerinin gelişmeye başlaması, Ortadoğu’yu da Tunus’tan başlayıp, tüm Ortadoğu’ya yayılan Arap isyanlarıyla sardı. Bu isyan dalgası ülkemizde de başta Gezi İsyanı ve 6-7 Ekim Kobanê Serhıldanı olmak üzere, artan işçi ve emekçi grevlerinde, kadınların, gençlerin, çevrecilerin vb. eylemlerinde, faşizme karşı direnişinde yansımasını buldu.

 

Uyanan sınıf bilinci

Kuşkusuz egemenler de yaklaşan sonlarını engellemek, önüne geçebilmek için devletin şiddet aygıtlarını genişleterek faşizmin baskı ve zorunu yükseltip, hak ve özgürlükleri daha korkunç saldırılar gerçekleştirip, daha fazla kısarak, gasp ederek çıkarttıkları yasalarla çare aramaya çalışıyorlar. Emperyalist saldırganlık tüm dünyayı, en fazla da talan edilen bağımlı, sömürge, yarı-sömürge yarı-feodal ülkeleri kasıp kavururken, daha fazla sömürü ve kâr için çıkarttıkları savaşlar, işgallerle emperyalist tekeller arasında dünyanın zenginliklerini yeniden paylaşıp kaos ve barbarlıkla buraları yeniden dizayn etmeye çalışıyorlar. Tıpkı Ortadoğu’da yaptıkları gibi.

Toparlayacak olursak ülkede ve dünyada emperyalist ve faşist saldırganlığın daha da yükseldiği, kitlelerin tüm devrimci çözüm arayışlarına karşı ideolojik, politik, askeri, ekonomik vb. saldırıların hız kesmeden sürdüğü ama devrimci patlamaların da önünü alamadığını görüyoruz. Devrimci durumun yükselişine paralel devrimci komünist cephenin geriliği, oynaması gereken öncülük rolünü yeterince oynayamamasını getirse de tarih ileriye doğru işliyor. Ve tüm dünyada uyanan bir sınıf bilinci söz konusu.

Bugün bizim önümüzde duran görev de uyanan devi ayağa kaldırmak, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkı örgütlemektir. Bunun için de süreci karşılayacak örgütlülüklerimizi güçlendirip bu örgütlülüklerimize önderlik edecek, nesnel durumu doğru kavramış, çözüm üretebilecek kadrolar yaratmak olmalı/yaratmak zorundayız.

Sistemin devrimci, komünist hareketin güçsüzlüğünün de etkisiyle yukarıda belli başlıklarına değindiğimiz ideolojik tasfiyeci saldırılarıyla; sınıf mücadelelerinin devrinin geçtiği, sosyalizmin öldüğü, kapitalizmin baki olduğu, silahlı direnişlerin, proleter iktidar mücadelelerinin anlamsız ve gereksiz olduğu, artık esas olan bireysel kurtuluşlar olduğu vb. zırvalarla bilinçleri bulandırıp, yine sistem içinde arayışlara yönlendirdiği reformist, tasfiyeci anlayış ve hareketleri kutsayıp, devlet terörünü kitlelerin üzerinden eksiltmediği ve zor aygıtlarını profesyonelleştirerek kitlelerin üzerinde kullanmaktan çekinmediği, kitlelerin ve devrimci, demokratik, proleter güçlerin meşru savunma haklarını dahi terörize edip bastırmaya çalıştığı koşullarda kuşkusuz bize zora zorla karşı koymaktan, devrimci zoru devreye sokup, silahların eleştirel gücünü proleter ideolojinin yol göstericiliği ile sentezlenmiş öncülüğünü yaşama geçirerek geniş halk kitlelerini, kendi sorunları etrafında fiili meşru militanca mücadeleye yönlendirip, bu eksende örgütleyip harekete geçirmekten, halk savaşını büyütmekten başka seçenek kalmıyor.

Bu tasfiyeci saldırıların coğrafyamızda da devrimci komünist hareketin güçsüz olmasında ve kitlelerden kopuk olmasında etkili olduğunu belirttik. Aynı şekilde devrimci kişiliğin şekillenmesinde, militan ve kadro şekillenişinde de etkili olduğu bir gerçek.

Burjuvazinin tüm ideolojik, teknik aygıtlarını devreye sokarak insanların bilinçlerine kadar işlemeye, etkisi altına almaya, onları yönlendirmeye, tercihlerini, beğenilerini belirlemeye, kendisine benzeterek, teslim olmaya çalıştığını düşünürsek; bu saldırılardan, sistemden yalıtık olmayan devrimci hareketin kendisinin de onun kadro ve militanlarının da etkilenmesi olağan bir durum. Nitekim baktığımızda devrimci, komünist saflarda da yer yer bilinçlerin bulanıp, devrimci değerlerin kirletildiğini, KP ilke ve işleyişlerinin revize edildiğini, örgüt bilincinde ve örgütlenme biçimlerinde bir dizi dejenerasyonun yaşandığını ve reformist tasfiyeci anlayış ve ele alışların da boy verdiğini söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda ideolojik yıkım ya da bozulmalardır da diyebiliriz.

 

Sürecin, kadro ve militanlara yansıması

Bugün devrimci komünist saflardaki en önemli sorunların başında devrim bilincindeki zayıflık, devrimci yaşam tarzının yeterince özümsenip yaşama geçirilememesi, devrimciliğin sıradanlaştırılması ve ruhumuzda/benliğimizde yeterince hissedilememesi, buna göre şekillenilememesi gibi sorunlar gelmekte.

Yine devrimci komünist saflara baktığımızda kadro ve militanların devrimci değerlerin özümsemelerinde, parti KP ilke ve değerlerini kavramalarında yaşama geçirmelerinde devrimci cüret ve militanlığı kuşanmalarında, kendine güven ve haklılığını, meşruluğunu bilince çıkarma ve savunmalarında, savaş gerçeğini kavramalarında, sürekliliği sağlanmış gerilla savaşı ve halk savaşını kavrama ve yaşama geçirmelerinde vb. ciddi sorunlar yaşandığını görebiliyoruz. Haliyle böylesi kadro ve militan özellikleriyle sürece yanıt olup, önderlik de edemeyeceğimiz için doğru ve sürekliliği sağlanmış bir kadro politikamız olması gerektiği ortada.

Doğru ve sürekliliği sağlanmış bir kadro politikası belirleyebilmek için de öncelikle içinden geçtiğimiz süreci doğru tahlil etmeliyiz. Yani emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumu, ekonomik, siyasi, ideolojik vs. saldırılarını, bunun yerellerde, özelde de ülkemizde aldığı biçimleri vs. çok yönlü olarak tahlil edip, yerelden merkeze büyüyen uluslararası proleter hareketin mücadelesinin önünü ülke coğrafyasındaki proleter hareketi büyüterek açmak zorundayız.

Peki ülkemizdeki burjuva feodal faşist sistemin saldırılarını karşılayabilecek, sürece uygun kadro ve militanlar nasıl yaratılır? Siyasi, ideolojik duruşuyla, militan yapısıyla, yapıcı ve yaratıcı tarzıyla, düşünüş ve davranış biçimiyle, sorun çözüş ve ele alış tarzıyla kitlelerle ilişkileniş ve onlara gidiş, örgütleme, sevk ve idare ediş yetisiyle, önderlik kabiliyetiyle, zorluklar karşısındaki duruşuyla nasıl şekillendirilir sorularına yanıt vermek, bu soruna kafa yorup yol ve yöntemler bulmak zorundayız.

Bu konuda en büyük rehberimiz kuşkusuz uluslararası komünist hareketin zengin deneyimleri ve ustaların yol göstericiliği olacaktır. UKH’nin ve başta da Lenin olmak üzere ustaların deneyimlerine baktığımızda bizim gibi faşizmin baskı ve zoru altında faaliyet yürüten KP’ler için kalıcı ve sağlam kadro politikası geliştirip, kadroların yaratılıp yetiştirilmesinin ilk şartının sıkı bir gizlilik-illegalite kurallarının zorunluluğu ve disiplinden geçtiğini görüyoruz. İkinci şartın ise kitlelerle sıkı ve güçlü bağlar olduğunu.

Bu şarta uymayan, kadrolar konusunda doğru bir politikaya sahip olmayan, bu yönlü bir plan program ve hedefi olmayan, sistemli ve tutarlı kadro yetiştirme çabası yürütmeyen bir parti, doğal olarak eğitilmeye yönetilmeye ihtiyaç duyan, deneyimsiz, tecrübesiz militanlardan örgütçülük bekler. Bu partiyi, devrimi kendiliğindenciliğe tek etmektir aynı zamanda. Sınıf savaşımında başarı elde etmek istiyorsak kendiliğindenciliğe vurup, proleter ideolojiyle ve örgütsel deneyimle donanmış, örgütleme ve yönetme becerisine sahip disiplinli kadro ve militanlara ihtiyaç olduğu ortada.

Devrimci saflarda yaşanan benmerkezciliğin, sekterliğin, dogmatizmin, bağımsızlıkçılık ya da bireysel özgürlük gibi çeşitli tür ve renkten ortaya çıkan ideolojik hastalıkların yaşanmasının nedenlerinden birisi de kendiliğindenci kadro politikasıdır. Oysa başta Mao yoldaş olmak üzere ustalar kadroların yetiştirilmesi ve eğitimini stratejik bir sorun olarak görüp ele alarak, devrimin başından sonuna kadar zamanlarının önemli bir bölümünü kadroların eğitimi ve yetiştirilmesine ayırmışlardır.

Bizde ise maalesef tüm teorik belirleme ve söylemlerimize, kadroların devrim mücadelesindeki önemini bilmemize rağmen kadro politikası noktasında kendiliğindencilikten kurtulamıyoruz. Devrimin kadrolarının yetiştirilmesi, korunması, görevlendirilmesi vb. günü kurtarmakla meşgulüz. Kuşkusuz bilmek kavramak değil. Biz de önemini vurgulayıp, çeşitli dönemlerde sorunun üzerine eğildiğimiz olsa da genel olarak bu sorunun gereklerini yerine getiremediğimiz, stratejik bir sorunumuz olarak ele almadığımız/alamadığımız bir gerçek.

Hele ki faşizmle yönetilen, en koyu gericiliğin hakim olduğu ve tepeden tırnağa karşı-devrimci zorun örgütlendiği, düşmanın örgütlülüklerimize özel olarak yöneldiği, kadro ve militanlarımızın imhasını hedeflediği ve yer yer de gerçekleştirdiği koşullarda, sürekliliği sağlanmış bir kadro politikası daha fazla önem taşıyor. Yani var olan kadrolarımızın korunması, elde tutulması, geliştirilmesi yeni kadroların yetiştirilmesi ve eğitilmesi, ideolojimize, stratejimize ve yönelimimize uygun güçlü, sağlam, disiplinli ve ideolojik olarak çelikleşmiş kadrolar yetiştirilmesi her zamankinden daha fazla önem taşıyor.

Stalin yoldaş kadrolarımızı ideolojik olarak donatmayı ve politik olarak çelikleştirmeyi başarırsak sorunlarımızın onda dokuzunu çözeriz demektedir. Bugün bizim ihtiyacımız olan da budur. Yani kadrolarımızın çelikleştirilmesi ve yenilerinin yaratılması, sürece yanıt olunması.

O zaman sürece yanıt olacak kadro tipi nasıl olmalı? Kadro ve militanlarımızdan ne bekliyoruz, onlarda aradığımız ve yaratmak istediğimiz militan özelliklerin neler olduğuna değinebiliriz.

 

Sürecin kadro ve militanlarında olması gerekenler

İçinden geçtiğimiz sürecin temel özelliğinin bir taraftan devrimci kabarışın yükselmesiyken, diğer taraftan da sistemin topluma ve devrimci komünist hareketlere yönelik çok çeşitli ve yoğun bir tasfiyeci, reformist, post-modernist vb. ideolojik saldırılarının olduğuna ve bu saldırıların devrim cephesindeki etkilerine değinmiştik. Bugün ihtiyacımız olan kadro ve militan tipi de tam da bu süreci göğüsleyecek, rüzgarı ters çevirecek özelliklere ve donanıma sahip olmalı; bunun da ilk şartı halka, partiye, devrime inanç, davaya bağlılık, ideolojik donanım ve berraklıktır. Kadro ve militanlarımız süreci göğüsleyebilmek için öncelikle proleter MLM ideolojiyi kuşanmış ve onu bir eylem kılavuzu olarak kullanabilen, sistemin burjuva akımlarına, MLM teoriye yanıt olabilen, içi boşaltılan, revize edilen ya da edilmeye çalışılan, devrimci değerleri koruyan, sınıf mücadelesinin, devrimin bittiği propagandalarıyla Marksist ideolojiye, devrimci silahlı mücadeleye, KP’ye ve KP işleyişine, proletaryanın iktidar mücadelesine saldıran, kitlelerde ve devrimci komünist saflarda umutsuzluk, yılgınlık, karamsarlık, devrime inançsızlık vb. geliştirmek isteyen her türden burjuva saldırıya karşı amansız olup, devrimi, davayı savunabilen, koruyan, cesaret, kararlılık, cüret ve MLM donanıma sahip olmalı.

KP’nin ilke ve işleyişini savunma ve uygulamada tavizsiz olmalı. İçten ve dıştan gelen her türlü ideolojik saldırı ve hastalıklara karşı ideolojik sağlamlığa sahip olmalı.

Kendisini proleter entarnasyonalist ruhla donatarak ülkemizde faşizmin koltuk değneği olarak kullanılan ve her daim kışkırtılan, her türlü milliyetçiliğe, şovenizme ve sosyal şoven anlayışlara karşı mücadelede kararlı olmalı.

Kadro ve militanlarımız devrime inancını, davaya bağlılığını, hareketin yasalarını kavrayıp, sınıf mücadelesinde ustalaşarak pekiştirilmeli. Doğru görüşleri savunmada ısrarcı, yanlışların üzerine gitmede cesur olmalıdır. Eleştiriye açık olmalı, kendi hatalarına özeleştirel yaklaşabilmeli. Olay ve olgulara çok yönlü bakabilen, uzağı görebilen yetenekli, kendini çok yönlü geliştirebilen, feda ruhunu kuşanmış, sınıf mücadelesinin içinde her türlü zorluğa göğüs gerebilen, başarılarda zafer sarhoşluğuna kapılmadan, yenilgi ve olumsuzluklarda soğukkanlılığını yitirmeden yoluna devam edebilecek umutsuzluğa kapılmadan zafere olan inancını koruyacak, sabır ve ısrarla mücadeleyi sürdürecek, önüne çıkan engelleri aşıp, yolunu bulabilecek, sorumluluk almaktan korkmayan, inisiyatifli ve davasına bağlı vb. özelliklere sahip olmalı.

Bu sürecin temel sorunlarından birisinin de kitlelerden kopukluk olduğunu belirtmiştik. Oysa hem özellikle bu süreçte hem de genel olarak KP kadro ve militanlarında olması gereken temel özelliklerden birisi de kitlelerle sıkı bağ içinde olunması gerektiğidir. Halkın acılarının her geçen gün daha da çoğaldığı, öfkelerinin kabardığı böylesi süreçlerde kitlelerin içinde olmamak, onların acılarını hissetmemek, onlarla birlikte acıları dindirmemek özünde kitlelere ve devrime ihanettir. Lenin yoldaşın dediği gibi “bugün kitleler dağınık ve dağınık oldukları için de güçsüzdürler. Huzursuzluk duyan, protestolarda bulunan dağınık kitlelerle devrimci örgütler arasında bağ güçlendirilmelidir. Başarının yegane güvencesi bu bağın güçlendirilmesidir.” Bu bağı güçlendirebilmek için kitlelerin içinde olup, halkı tanımak, onların ne istediğini, ruh hallerini bilmek, onlara güvenmek, onların yaratıcı gücüne inanmak, kendi sorunları etrafında harekete geçirerek bilinçsiz kitlelere sınıf bilinci taşıyarak KP etrafında örgütlemek zorundayız/örgütlemek zorunda kadro ve militanlarımız.

Bu süreçteki sorunlu yönlerimizden birisi de kadro ve militanlarımız tarafından savaş gerçeğinin yeterince kavranılmaması, ona göre konumlanılmaması, savaşın yükseltilememesidir. Kadro ve militanlar, sınıf savaşının niteliğini iyi kavramalı, devrimin yasalarını, savaş yasalarını, savaşın inceliklerini ve iyi savaşmasını öğrenmelidir. Üzerlerindeki pasif, edilgen ve sistem içine hapsolmuş olan düşünüş ve kendiliğindenciliğin ölü toprağını atıp; cüreti, kararlılığı, devrimci militan ve mücadeleci kişiliğini kuşanarak savaşı yükseltmelidir. Kadro ve militanlar kendilerini sürekli yenilemeli, siyasi, askeri, ideolojik olarak geliştirmelidir. Yaratıcı ve üretken olmalı. Sınıf mücadelesinin pratik ateşinde pişmelidir. Teorik bilgisini artırırken ideolojik bakış açısını, siyasi kavrayışını derinleştirmeli, ufkunu genişletmeli, militan kişiliği yükseltmeli, tecrübelerini zenginleştirmelidir.

Bir diğer nokta ise devrimci saflardaki Marksist olmayan, devrimcileşmeyen yaşam ve çalışma tarzıdır. Kendiliğindenciliğin hakim olduğu, zihinlerin legalleştiği, deşifrasyonun diz boyu olduğu; parti ilkelerinin, illegalite kurallarının ve devrimci normların rafa kaldırıldığı çalışma tarzı mahkum edilerek proleter kadro ve militanlarca bilimsel devrimci çalışma tarzı hakim kılınmalı. Unutmayalım ki bir devrimci açısından son derece yetenekli, cesur, fedakar vb. özelliklere sahip olmak önemli ama çalışma tarzına dikkat edilmediğinde, illegalite kurallarının ihlal edilip, deşifrasyona önem verilmediğinde, herkesin her şeyi bildiği, dedikoduculuğun ve gevşek, çarpık, laçkalaşmış ilişkilerin olduğu, yine çalışmalarda dar alanda paslaşıldığı, aynı mekanların, aynı ilişkilerin sürekli kullanılarak yıpratıldığı, esas kitle deryasına dalmadan, kitlelerden kopuk, nesnel gerçeklik kavranmadan, gereği yerine getirilmeden gerçekleştirilen anti-bilimsel, anti-Marksist çalışma tarzı örgüte yarardan çok zarar getirir. Bu tarzın örgüte katkısı olmadığı gibi, örgütü düşman tehlikesine karşı da açık hale getirir. Kadro ve militanları da sorumsuz, başıbozuk, ciddiyetten uzak, kitlelere güven vermeyen, devrim davasına yarardan çok zarar veren bireyler haline getirir. Özce yaşam ve çalışma tarzımız devrimcileştirilmeden proleter düşünceye sahip olmanın önemi anlamsızlaşır.

Kadro ve militanlarımızın en temel görevlerinden birisi de örgütün değerlerini korumaktır. Onun değerlerinin, kadro ve militanlarının korunmasının yöntemi çok çeşitli olmakla birlikte ilk başta da ilkeli çalışma tarzından ve ideolojik donanımdan geçiyor. Örgüt düşmanın ideolojik, örgütsel, siyasi, askeri vb. birçok yönden saldırısına maruz kaldığı için değerlerini korumak da çok yönlü olmalıdır. Siyasi ideolojik eğitim, örgütsel düzenleme ve mekanizmaların buna uygun ele alınması gerekirken, çalışma tarzının düzenlenmesinden içte ve dışta kolektife yönelen her türlü ideolojik saldırıya karşı donanmak, kolektifi korumak, kadro ve militanlar için birer zorunluluktur. Ancak kolektifin değerlerinin esas korunabileceği yer kitlelerdir. Kitlelerin içine girmiş, kitlelerce kucaklanıp, sarılıp sarmalanan KP’nin düşmanın saldırılarından etkilenmesi, ortadan kaldırılması çok daha zordur. Bu saldırılardan yara alsa da kitlelerce çok daha hızlı iyileştirilecektir.

 

Kadroların ideolojik politik eğitimi

Sürece, KP’nin ve devrimin ihtiyaçlarına yanıt olabilmek için kadro ve militanlarımızın iyi tanınması, olumluluklarının ve yetersizliklerinin bilinmesi, nesnel duruma göre şekillendirilip konumlandırılması ve militanlarımızın seçiminin, görevlendirilmelerinin buna göre yapılması önemli bir yerde dururken onların MLM tarzda ideolojik politik eğitimi sağlanıp proleter devrimcilerin yaratılması, proleter ideolojiye göre donatılması, kadro ve militanlarımızda olması gereken vazgeçilmez norm ve özelliklerin yaratılması açısından olmazsa olmazdır. Ve de tayin edici bir yerde durur.

Bu eğitimin nasıl olması gerektiği ve kadro ve militanlarımızda olması gereken, yaratmamız gereken vazgeçilmez özelliklere baktığımızda; öncelikle kadro ve militanların kolektifin politik çizgisini kavramaları, özümsemeleri ve kolektifin politik düzeyini yükseltmeleri gerekmektedir. Kolektif, kadro ve militanlarından MLM teoriye egemen olmayı ve pratik faaliyetin sorunlarının çözümlerinde onu kılavuz olarak kullanmalarını talep etmekte. Tüm bu çabalarımız aksarsa, gevşerse kolektifin çalışmaları da aksar, kadro ve militanlar kendilerini örgütsel, pratik çalışmaların dar sınırları içerisine hapsederler. Kendilerine müdahale etmeyi, ideolojik, politik düzeylerini yükseltme görevini unutarak süreç içinde ilerlemeyenler geriler-bozulur diyalektiği içinde ilkesiz, kendini beğenmiş, kibirli, sınıf mücadelesindeki uyanıklığını ve politik reflekslerini yitirmiş bireyler haline gelirler.

 

İlkelere bağlılık

KP’nin militanlarından üyesine, kadrosuna kadar her ferdinin asla taviz vermemesi gereken temel görevlerinden birisi de kolektifin ilkelerine bağlılıktır. Yani kolektifin ideolojisinden stratejisine, politik ve örgütsel yönelimine ve kan can bedeliyle yaratılmış, yaşamın her alanında koyduğu kurallara sıkı bağlılıktır.

İlkelere bağlılığın temelinde ideolojik donanım, MLM biliminin doğruluğuna inanç yatar. Nerede ilkeler esnetilir, gözardı edilirse orada dejenerasyon, kendiliğindencilik vb. baş gösterir. Kolektif, düşmanın saldırılarına açık hale gelir/getirilir. Kayıp ve yenilgilerimizin de kaynağı genellikle kolektifin ilkelerinin çiğnenmesi, uygulanmaması ya da gevşetilmesidir.

Tam da içinden geçtiğimiz bu süreçte kadro ve militanlarımız daha sıkı bir biçimde ilkelere bağlılık ruhuyla eğitilerek görevlere sarılması sağlanmalıdır. Kitlelerle ilişkilerde, sorunların çözümünde ilkelerden taviz vermeden esnek olmasını da bilmeli, kadro ve militanlar. Mao yoldaşın dediği gibi kendilerine çam ağacı ile söğüdü örnek almalılar:

“Çam ağacı sararıp solmaz asla,

asla boyun eğmez fırtınaya,

Boraya (ilkelidir).

Söğüde gelince, kalender bir ağaçtır,

Boy verir ektiğin yerde

Dal budak salar ilk yazla birlikte,

Yüzlerce yaprağıyla

Salınır rüzgarda doyumsuz bir güzellikle (esnektir).”

 

Kadrolarda doğruluk ve dürüstlük

Bırakalım devrimciliği, komünistliği, insan olmanın bile en temel koşullarından biridir doğruluk ve dürüstlük. Devrimci ve komünistler açısından da olmazsa olmaz olan bir özelliktir doğruluk, dürüstlük, sözünün sahibi olmaktır. Doğruluğu ve dürüstlüğü sadece günlük yaşamda değil politikada ve yaşamın her alanında, her anında temel bir özellik olarak içselleştirmeyen kadro ve militanlar kitlelere güven vermezler. Kitleler doğruluğu ve dürüstlüğü devrimci ve komünistlerin sözlerine bakarak değil eylemlerine yani pratiklerine bakarak değerlendirirler. Politikada dürüstlüğün denetlenmesi de zaten “söz ve eylem arasındaki uyumluluk”tur.

Biz de kadro ve militanları kendi hata ve eksiklikleri temelinde dürüstlük ruhuyla eğitmeliyiz. Devrimciliğin dürüstlük olduğunu öğretmeliyiz. Dürüst olunmadan gerçek devrimci olunmaz. Devrimin öznesi olan kitlelerle sıkı bağlar kurulamaz, onlara güven verilemez ve kazanılamaz.

 

İnisiyatif, sorumluluk bilinci ve disiplin

Kadro olmanın en temel kriterlerinden birisi de inisiyatifli ve sorumluluk sahibi olmak, bunları devrimci disiplinle bütünleştirmektir.

Devrimci saflardaki gelişimin dinamiklerinden birisi de devrimci ve yaratıcı inisiyatiftir. Sorumluluk bilinci ise zorunluluğun kavrandığı, bilince çıkarıldığı yerde başlar. Ama inisiyatif olmadan sorumluluk bilinci gelişmez, ilerleme olmaz. İnisiyatif somut koşullar kavrandığında, yaşamın nabzı hissedildiğinde geliştirilerek, yaşama nesnel gerçeğe müdahale edilerek yön verilebilir. Yani pratik faaliyetin, aktif çalışmanın içinde gerçekleştirilebilir.

Kadro ve militanlar cesur, inisiyatif sahibi bir ruhla eğitilip, sorumluluk bilinçleri geliştirilmelidir. Çalışmalarda korkuyla kendisine güvence arayan, sorumluluktan kaçan kadro ve militanlar ne bağımsız ve cesurca inisiyatif geliştirebilirler ne de davayı, mücadeleyi ilerletebilirler.

Genelde inisiyatif ve disiplin birbirine yabancı, uzak gibi algılanır. Disiplinin olduğu yerde inisiyatif ve yaratıcılığın olamayacağı savunulur. Oysa disiplin, inisiyatif ve sorumluluk bilincinin tamamlayanı, diyalektik bütünlüğüdür. KP’nin en temel ilkesi olan demokratik merkeziyetçiliğin, demokrasi yönünü inisiyatif ve yaratıcılık; merkezi yanını ise disiplin oluşturur. Bundan dolayı bir bütündür ve birbirinden ayrılamaz.

Disiplin anlayışı aynı zamanda sorumluluk bilincidir. İnisiyatif de sorumluluk bilincinin olduğu yerde gelişir. Unutmayalım ki, inisiyatif aynı zamanda yeniliğe, gelişim ve değişime, ilerlemeye açık olmaktır. Sınıf mücadelesinin yükselen temposunu yakalayabilmek için kadro ve militanlarımızı yaratıcılık ve inisiyatif sahibi ruhla, sorumluluk bilinciyle ve sınıf disipliniyle eğitip donatmak zorundayız.

Bir diğer nokta da; kadro ve militanlarımızın inisiyatif ve sorumluluk bilincini geliştirmek önemliyken, yeni kadroların yaratılması ve geliştirilmesinde de önemli bir yerde durmaktadır. Sıkça faaliyetçi sıkıntısından, kadro yetersizliğinden bahsediyoruz. Bunu aşmanın yolu kuşkusuz ki kitlelerdir. Kitlelerin içinden gelen, kitlelerle bağı olan, sevilen, sayılan insanları bulup öne çıkarıp, görev ve sorumluluklar vererek, pratiğin içinde küçükten büyüğe, basitten karmaşığa adım adım örgütleyip geliştirebiliriz/geliştirmeliyiz.

Yine yetenekleriyle öne çıkan her militanı geliştirip, geleceğin kadroları haline getirebilmek için sistemli ve özenli bir şekilde yardım edip, pratiğin ateşinde çelikleştirerek siyasi, ideolojik, örgütsel eğitimlerini ihmal etmeden görev ve sorumluluklar vererek inisiyatif ve sorumluluk bilinçlerini yükseltmek, geliştirmek, ileri taşımak, yeni kadroları yetiştirmek en temel görevlerimizden biridir.

 

Öngörü yeteneği

Kadro olmanın aynı zamanda ülkedeki ve dünyadaki gelişmeleri, süreci doğru okuyup ona göre politika yapmak, gündemi belirleyebilmek, devrime, partiye önderlik etmek demek olduğunu belirtmiştik. Sınıf mücadelesinde devrime, partiye önderlik yapan, MLM bilimini kuşanan kadrolar uzağı görmesini de bilmek zorunda. Stalin yoldaş bu konuda “Dümende oturmak ve etrafa bakmak ve fakat ta ki koşullar herhangi bir kötülüğü gözümüzün içine sokana dek hiçbir şey görmemek –bu önderlik etmek değildir. Bolşevizm’in önderlikten anladığı bambaşka bir şeydir. Önderlik etmek için öngörü gerekir” diyor.

Öngörü yeteneği ise MLM donanımı artırıp, sınıf mücadelesinin, savaşın yasalarını, nesnel koşulları kavramakla gelişir. Öngörü mücadeleyi geleceğin sorunlarının çözümüyle birleştirebilme yeteneği ve becerisidir. Sınıf içgüdüsüyle, karşı karşıya kalınabilecek zorlukları görebilmektir. Bu anlamda öngörü yüksek düzeyde bilinç ve sorumluluğun yoğunlaşmasıdır. Kadrolarımız bu özelliğe sahip olmalı, tüm kadro ve militanlarımızda bu özelliği, öngörü yeteneğini ve beceresini geliştirmek, sınıf mücadelesinin zor ve karmaşık yapısına yanıt olabilmek demektir bizim için.

 

İnsanları tanımak ve anlamak

Bir kadronun en temel özelliklerinden birisi de insanları tanımak, onların seslerine, isteklerine kulak vermek ve anlamaktır.

İnsanları içinde bulunduğu nesnel koşullar şekillendirir. Biz de insanları nesnel koşullarıyla birlikte incelediğimizde düşünüş ve şekillenişlerinin kökenlerini de irdeleyebiliriz. Bir kadro, yönetici açısından birbiriyle bağlantılı olsa da insanları tanımayı ve anlamayı kitleleri tanımak-anlamak ve kolektif faaliyetçilerini tanımak anlamak biçiminde ikiye ayırabiliriz.

Biz kitleleri tanıyıp, onların sorunlarını, istek ve beklentilerini anlayıp siyasi, kültürel, inançsal, ekonomik vb. özelliklerini, şekillenişlerini kavradıkça onlarla bütünleşebilir, onları örgütleyebiliriz.

Kolektifin kadro ve militanlarını tanımak demek; onların kişisel özelliklerinden, mücadeledeki düşünüş ve kavrayışlarının, olay ve olgulara yaklaşımlarının, birbirleriyle ve kitlelerle olan ilişkilerinin-yeteneklerinin ve becerilerinin açığa çıkarılmasıdır. Yoldaşlarımızın olumlu ve olumsuz özelliklerini gözlemleyip inceleyerek onları anlayabilir, tanıdıkça görünenin altındaki özü açığa çıkarabilir, olumluluklarını büyütmeleri, olumsuzluklarını atmaları için onlara yardımcı olabiliriz. Kadro ve militanlarımızı tanıdığımız oranda, savaşın içinde doğru konumlandırılmalarını ve kendilerini ait oldukları yerde hissetmelerini sağlayabilir, yetenekleri ve eğilimlerine göre göreve seçilmelerini, teşvik edilmelerini ve doğru konumlandırılmalarını sağlayabiliriz. Onları tanıyıp anlayabildiğimiz oranda yönetmede, sevk ve idarede başarı sağlayabilir, çalışmada koordinasyona, bütünselliğe ve genel coşkuya katkıda bulunabilir, doğru eğitim almalarını sağlayabiliriz.

Genel olarak kitleleri de kadro ve militanları da en iyi tanıma yöntemi, pratik içinde tanımadır. Ve onları tanıyabildiğimiz, anlayabildiğimiz oranda ideolojik olarak donatmayı, politik olarak çelikleştirmeyi başarabilir, devrimimizin kadroları haline dönüştürebiliriz.

 

Sonuç olarak;

Kadrolarda ve geleceğin kadrosu olacak devrimin ileri militanlarında olmasını istediğimiz, yaratmamız gereken özellikleri daha da çoğaltabiliriz. Bu yazıda genel bir çerçeve çizmeye çalıştık. Sürece, bugünün ihtiyacına yanıt olacak kadro politikası ise esas olarak sıcak mücadelenin içinde somut koşullardan yola çıkılarak oluşturulabilir. Ama daha da önemli olan oluşturulan politikanın yaşama geçirilmesindeki ısrarımızdır. Kadroların devrimin geleceğini belirlemedeki rolü ve önemini gözönünde bulundurduğumuzda bugün sınıf mücadelesindeki yetmezlik ve geriliklerimizin nedenlerinin başında kendiliğindenci kadro politikası gelmektedir. Biz de işe önce bu kendiliğindenciliğe vurarak başlayıp, mücadelenin, kolektifin sorunlarına bilinçli, iradi ve örgütlü müdahale ile yön verip, yanıt olabilir, proleter devrimin coğrafyamızda önünü açabiliriz.

Sınıf savaşımız ve devrimimiz proletarya partisinin neferlerinden, proleter devrimcilerinden; ideolojik olarak sağlam, politik olarak yetkin, örgütsel olarak deneyimli, devrimimizin ihtiyaçlarını gören, kitle gerçeğini anlayan, onlarla sıkı ilişki içinde olan, kitlelere güvenen, savaş gerçeğini kavramış, halk savaşına ve sürekliliği sağlanmış gerilla savaşına göre şekillenmeyi ve konumlanmayı bilen ve devrimimizi yönetebilecek bir önderlik, sürekliliği sağlanmış bir önderlik bekliyor.

Devrimimiz, kolektifin komuta mevcudu, önderler topluluğu olarak kadrolardan:

* İyi bir dava insanı olmalarını, ona göre yaşamalarını ve gelişkin bir öngörü yeteneğine sahip olmalarını,

* İyi bir örgütçü olmalarını, sevk, idare etme ve yönetme kabiliyetine sahip olmalarını,

* Kitlelerle sıkı bağ içinde olmalarını, önderliğin faaliyetlerini kitlelerin faaliyetleriyle birleştirmeyi başarmalarını,

* Geniş yaratıcı bir inisiyatife sahip olmalarını,

* Çözümleyici ve yaratıcı bir zekaya sahip olmalarını,

* Eksik ve hatalarla, zaaflarla uzlaşmayan, eleştiri özeleştiri silahını ustaca kullanabilen, parti içindeki farklı fikirlere ve yanlış görüşlere karşı iki çizgi mücadelesini elden bırakmayan, devrimin bilgili, fedakar, atak kadroları olmalarını istiyor.

Devrimimiz bizden kendiliğindenciliğe, pasifizme, edilgenliğe, yozlaşmaya vuran, MLM bilimini kuşanmış, örgütün, kolektivizmin gönüllü, sağlam, disiplinini ve değerini kavramış, proleter devrimci yaşam tarzını özümsemiş, kendini geliştiren, yönü ileriye dönük olan militan, mücadeleci kişiliği kuşanmış, inisiyatifli ve yaratıcı düşünceyle hareket eden çözümleyici bir zekaya, sarsılmaz bir iradeye, ideolojik berraklığa, inanca, bilimsel ve sınıfsal temele dayalı sınıf bilincine sahip komünist kadro ve militanlar olmamızı bekliyor.

Proletarya partisi statik, soyut değil, canlı bir mekanizmadır. Ve kitleler nezdinde kendisini üye, militan ve kadrolarıyla gösterir. Üye, kadro ve militanlarımız kitlelere öncülük ve önderlik edebilmeli, ideolojik, politik, örgütsel, kültürel, ahlaki vb. özellikleriyle, tüm yaşamıyla ve pratikleriyle örnek olmalı, önderlik edebilmelidir. Proletarya partisinin üye, kadro ve militanları denildiğinde kitlelerin ilk aklına gelen; sorumluluk sahibi, sözünün sahibi, sözüyle özüyle ve pratiğiyle bir olan, yanlışlarına karşı özeleştirel yaklaşan, yoldaşlarına karşı değiştirici, dönüştürücü, sınıf düşmanlarına karşı acımayan, uzlaşmaz kişilikler olmalı.

Tüm bu özellikleri kuşanmayı başardığımız oranda devrimin, partinin ihtiyacına yanıt olabilir, kitlelerle de buluşabilir, bu coşkuyu, birikimi devrimin hep ileriye akan nehrinde buluşturabiliriz.

 

Kaynaklar

– Komünist Enternasyonal’de Kadro Sorunu Üzerine, İnter Yayınları

– Seçme Eserler III, Mao Zedung, Kaynak Yayınları

– “Küreselleşme” Tanrıların Gün Batımı/Uluslararası Üretimin Yeniden

Örgütlenmesi, Umut Yayımcılık

– Leninizmin Temelleri, J. Stalin, İnter Yayınları

– Kadroların İdeolojik ve Teorik Eğitim, Partizan 49

– Parti ve Örgütlenme, Partizan 42-48

 

* Bu makale, Partizan dergisinin 88. sayısında yayımlanmıştır.