Kılıçdaroğlu’nun “adalet” yürüyüşü, gerçekler ve tarihsel olarak sivil itaatsizlik

Enis Berberoğlu’nun MİT tırlarının bilgilerini basına sızdırmasından dolayı yargılandığı mahkemece 25 yıl hapis cezasına çarpılması ve tutuklanmasının ardından CHP, yargılamanın “adaletsiz olduğu ve Enis Berberoğlu’nun serbest bırakılması” için Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Adalet” için yürümesine karar verdi.

CHP’nin ülkede “adalet yok, yargı tek taraflı kararlar veriyor” söylemine diyecek bir şeyimiz yok. Bunun da ötesinde ülke, açık bir hapishaneye çevrilmiş durumda. AKP’nin faşizmin rengini her geçen gün koyulaştırdığı ve hiçbir hak hukuk tanımayarak yaptıkları sadece Enis Beberoğlu’na verilen “haksız ceza” ile de sınırlı değildir. AKP, iş başına geldiği 2002 yılından bu yana, sürekli ve sistematik olarak baskıcı bir politika uygulayarak toplumu teslim almak çalıştı. Son örnek olması bakımından AKP, 15 Temmuz 2016 tarihinde yapılan Darbe Girişimini “bu bize Allah’ın bir lütfü” diyerek ülkede terör estirdi. “FETÖ ile mücadele ediyorum” adı altında herkese saldırdı. Binlerce insan tutuklandı, yüz binlercesi işinden oldu.

Tüm bu olup bitenlerin karşısında CHP, ya sustu ya da AKP’nin koltuk değneği oldu. Tüm kritik meselelerde AKP’ye açık destek verdi. 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında Yenikapı’da kol kola girdiği AKP’ye açık çek veren CHP-Kılıçdaroğlu, AKP, istediği her şeyi yapıp tamamladıktan sonra yarım ağızla, “Darbe biliniyordu, bu kontrollü bir darbedir” demeye başladı.

CHP, Kürt meselesinde “teröre karşıyız” söyleminin arkasına sığınarak AKP’nin Kürtlere uyguladığı zulme, katliamlara hep sessiz kaldı, askeri operasyonlarda AKP’ye destek vermekten geri durmadı. Sur, Cizre gibi yerleşim yerlerinde insanların evlerin bodrum katlarında topluca katledilmesini seyretmekten başka bir şey yapmadı.

CHP, Gezi İsyanı’nı geri çekmek için elinden geleni yaparak gerçekte AKP’nin yanında oldu; AKP’nin sahte oylarla kazandığı 16 Nisan 2017 anayasa referandumu sonrasında kitlelerin sokağa çıkmasını “provokasyon olur” gerekçesiyle geri çekti; HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için AKP’nin istediği şekilde evet diyerek destek oldu; 15 Temmuz 2016 tarihinde Darbe Girişimi sonrasında herkesin “FETÖ torbasına” konarak yargılandığı, işinden olduğu ve hala sürmekte olan dönemde haksızlığa uğrayanlar için adalet aramadı. Tüm bunları yapmaktan imtina eden, ülkede “adalet” olmadığı “dün”e kadar aklına gelmeyen CHP ve Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Enis Berberoğlu şahsında “Adalet Yürüyüşüne” başlamasını, toplumda biriken öfkeyi kendi potasına çekme eylemi olarak görmek haksızlık mı olur!

 

CHP-’nin depreşen “adalet” aşkı ve neden sadece Berberoğlu?

Peki kimdir bu Enis Berberoğlu? Binlerce insan suçsuz yere cezaevlerini doldurmuşken, gazeteciler sırf haber (görevlerini) yaptıkları ya da Erdoğan’ı eleştirdikleri için hapishanelered konmuşken, yüzlerce hasta devrimci tutsak ölüm sınırındayken, her gün insanlar dağlarda katledilirken, Kürtler hakları için sokaklarda polis tarafından coplanırken, işçiler aldıkları grev kararları “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanırken adalet diyemeyen CHP’nin bu “adalet” aşkı neden depreşti? Bu anlaşılırsa, bir koşu atı gibi bu yürüyüşe koşulan Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne yapmak istediği de gayet iyi anlaşılmış olacaktır.

Enis Berberoğlu burjuva medyada tanınan, kariyeri olan bir gazeteci olarak her zaman “devletinin” yanında olmuştur. Onun en akıllarda kalan haberlerinden biri örneğin 2 Eylül 2012 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yer alan “Şemdinli’de tek başına” başlıklı yazısıdır. Şöyle diyordu yazısında Berberoğlu, “Bagajdaki masayla sandalyeleri yerleştirdik. Sakız gibi beyaz örtüyü serdik. Yapma çiçekleri serpiştirdik. Yeni fincan takımını açtık. Ve sabah kahvemizi keyifle içtik. Her yudumun tadını çıkardık. Eğer sizler de bu yazıyı… Kahve ve çayınızla birlikte okuyorsanız… Anlatılanların hepsini unutun dilerseniz. Yazı zaten uçar gider. Aklınızda kalan sadece bu manzara olsun. Eğer Hürriyet Gazetesi’nin genel yayın müdürü… Bir sabah Şemdinli manzarasına karşı… Rahat rahat kahve içebiliyorsa… Bakmayın siz elalemin feryatlarına… Bu iş daha bitmedi demektir” diyerek her yerin Türk devletinin olduğunu, istedikleri yere istedikleri zaman gidebilecekleri mesajı vererek gündem olmuştu. İşte CHP’nin sahip çıkarak kendisi için başlattığı “Adalet Yürüyüşünün” asıl teması bu olmakla birlikte, CHP, her seçimde biraz daha geriye giden durumunu kurtarmak, toparlanıp yeniden ve daha “güçlü” bir şekilde, gelecek 2019 seçimlerine şimdiden hazırlanmak istiyor.

 

Sivil toplumculuk ve sınıf mücadelesi

Sivil itaatsizlik eyleminin tarihteki ilk eylemcisi Sokrates olarak bilinmektedir. Sokrates “tanrıları inkar” ettiği için yargılanmış ve ölümle cezalandırılmıştır. Sokrates, yargılanmadan önce kaçma şansı varken kaçmamış ve yargılanırken de kendisini suçlamalara karşı savunmamıştır. Bu şekil bir karşı koyuşla tarihte önemli bir tartışmanın odağına oturan Sokrates’in otoriteye karşı gelen bu tavrı sonraki düşünürler için bir esin kaynağı olmuştur.

Sivil itaatsizlik, Amerikalı yazar ve düşünür Henry Davit Thoreau’nun 1846’de literatüre kazandırdığı bu direniş, günümüzde de bir mücadele biçimi olarak yerini fazlasıyla büyütmektedir.

Gramsci’yi bir yana koyduğumuzda, günümüz açısından sivil itaatsizlik eylemlerine felsefi ve politik bir bakış açısıyla bakan Neuman, Dworskin, Rawls, Habersman gibi düşünürlerin eserleri baz alan teorik bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır. Sivil toplumcu hareketin çıkış noktasında Gramsci’nin yeri önemli olmakla birlikte adı geçen düşünürlerin de Sivil Toplumculuk hareketlerine ilham kaynakları oldukları da ayrı bir gerçektir. Bu düşünürlerden “Raws’a göre sivil itaatsizlik, genel olarak adil olmayan toplumlar için geçerlidir ve şu ya da adil demokratik bir devletin, anayasayı meşru olarak kabul eden yurttaşları için ortaya çıktığından demokrasinin ahlaki temeline ilişkin her teorinin denektaşıdır. Rawls sözleşme kuramından yola çıkarak sivil itaatsizliğin demokratik bir toplumdaki yerini tartışmıştır. Bu bakış açısından, sivil itaatsizliği bir protesto şekli olarak değerlendirir. Rawls’a göre sivil itaatsizlik şiddete dayanmayan, hükümetin politikalarında değişimi hedefleyen, aleni olarak yapılan, vicdani ama yasal olmayan bir siyasi eylemdi ve niteliğiyle bireylerin devlet otoritesi tarafından uğramış oldukları haksızlıklara karşı bir direnme şeklidir.”

“Dworkin ise, sivil itaatsizliği bir hak olarak görür. Bu hak sadece siyasi katılımla ilgili değil tüm bireylerin eşit bir şekilde devlet otoritesine karşı öne sürebileceği tüm negatif statü haklarıyla bağlantılıdır” der.

“Habermas sözleşme kuramından ayrılarak sivil itaatsizliğin pozitif hukuka uygun olarak ortaya çıkmış, evrensel nitelikli herkesin için açık ve seçik olan adalete, iyi yaşamaya dair siyasi ve ahlaki ilkeleri korumak savını içinde barındırdığını” dile getirir ve devamla sivil itaatsizlik, ‘‘yalnızca kişiye özgü inançların ve çıkarların temel alınamayacağı ahlaki bir protestodur. Kural olarak önceden bildirilmiş ve polisçe akışının hesaplanabilir olduğu kamuya açık bir eylemdir; hukuk düzeninin bütününe olan itaati etkilemeksizin, tekil normların kasıtlı olarak çiğnenmesini içerir” der. (Özgür Küçüktaşdemir, ceza hukukçusu)

Sivil toplumculuğun kitle hareketlerine dönüştüğü ülkeler en fazla ileri kapitalist ülkeler olmuştur. Bu mücadele biçimi ve bu biçimi savunan hareketler, sınıf mücadelesinin geri düzeyde sürdüğü, komünist partilerin olmadığı ya da güçlerinin zayıf olduğu bu tür ülkelerde, devletten daha fazla pay isteyerek “uzlaşmacı” bir rotada kapitalizmi kutsayan bir şekle bürünerek varlığını sürdürmektedir. Sivil toplumculuk, son 20-30 yıllık sürede yarı-sömürge ülkelerde de bir mücadele biçimi olarak taraf bulmuş ve kitleleri sınıf mücadelesinden geriye iten bir kaldıraç görevi görmüştür.

Sivil toplum kavramı Marks ve Engles tarafından da bir eleştiri konusu yapılmıştır. Marks, “doğal hukuk” kavramı üzerinden Rousseau ve Hegel tarafından kullanılan “sivil toplum” kavramını devletin kutsanması olarak eleştirmiştir. Hegel’in sivil toplum ile devlet arasında bir kopukluk olduğunu, bunun sivil toplumun kabul edilmesiyle devlet ile toplum atasındaki çelişkilerin aşılabileceğini ileri sürmesini Marks ve Engesl eleştirmişlerdir.

Marks, eleştiri konusu yaptığı sivil toplum kavramının incelenmesinin ekonomi politiğin incelenmesi olduğunu ileri sürerek, sınıfsal bir bakış sunmuştur. Daha açık bir ifadeyle emek-sermaye çelişmesi olarak ortaya konmadığı müddetçe, sivil toplum kavramının anlaşılamayacağını belirtmiş ve şöyle demiştir: “Mülksüzlük ile mülkiyet antitezi, emek ve sermaye antitezi olarak kavranmadıkça, etkin bağlantısı, içsel ilişkisi ile anlaşılmamış, belirlenmemiş bir antitez olarak kalır.” (Marx, El Yazmaları, s. 182)

Marks, emek sermeye çelişkisinin sivil toplumun da ötesinde geçilerek çözülebileceğini açıklar. Marks ve Engels, sivil toplum kavramına yükledikleri anlamı daha sonra yazdıkları “Alman İdeolojisi” adlı eserlerinde daha da açık hale getirerek şöyle derler; “Sivil toplum, üretici güçlerin belli bir gelişmişlik aşamasında, bireyler arasındaki maddi ilişkilerin tümünü içerir. Verilmiş bir aşamadaki tüm ticari ve sinai yaşamını içerir’’ ve devamla “Sivil toplum sözcüğü 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri eski çağın ve ortaçağ komünal toplumundan ayrıldıktan sonra ortaya çıkmıştır. Bizatihi sivil toplum, ancak, burjuvaziyle birlikte oluşur; ancak doğrudan doğruya üretim ve ticaretin sonucu olan toplumsal örgütlenme… her zaman bu adla anılmıştır.” (age, s. 128)

 

Türkiye’de Sivil Toplumculuk Tartışmaları:

Sivil toplum kavramı özellikle 12 Eylül’de devrimci hareketin aldığı yenilgi sonrası başlayan tartışmaların ana konularından biri olmuştur. Yenilgi sonrası devrimci hareketin bir kısmı yeniden toparlanma ve mücadeleyi bu kavram ekseninde tartışarak, çıkış yolunu “sivil toplumculuk”ta bulmuş; ÖDP ve benzeri oluşumlar tam da bu tartışmaların sonucunda doğan hareketler olarak, birer kurtuluş yolu olarak sunulmuştur.

Teorinin köşe taşları ise Gramsci’ye dayandırılarak izah edilmiştir. İtalyan Komünist Partisi’nin kurucusu Gramsci, 8 Kasım 1926’da İKP’nin yasaklamasının ardından milletvekilliğinin düşürmesiyle birlikte tutuklanmış ve 1928 yılında 20 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Gramsci’nin, 11 yıllık hapishane yaşamında, geliştirdiği en önemli teorik çalışması “sivil toplum” üzerine olmuştur. Yenilgi dönemlerinde bir çıkış yolu olarak “sivil toplumculuğu” kurtarıcı bir mücadele biçimi olarak gören Gramsci’nin geliştirdiği bu strateji, daha sonra “Avrupa Komünizm”cileri tarafından temel bir argüman olarak kullanıldı. Avrupa Komünizmi, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası, sınıf mücadelesinin gerisine düşmüş “Komünist Partiler” tarafından savunulan, uzlaşmacı, reformist yolcuların elinde güçlü bir silaha dönüştü.

Avrupa Komünizmi savunucularının sahneye çıkışları SSCB’nin 1956 yılında gerçekleştirdiği 20. Parti Kongresi’nde anti-Stalincilik üzerine inşa edildi. Fransa, İtalya ve İspanya Komünist Partileri Avrupa Komünizminin başını çeken partiler oldular. Avrupa Komünizmini savunan tüm partiler, Marksizm-Leninizm’den koparak, uluslararası merkezleşmeye karşı çıktılar. “Batı Demokrasinin sosyalist yönetimlerin temeli olarak kabul edilmesi, iktidarların zora dayanarak alınması stratejisine karşı çıkılması, devlet ile toplum arasındaki çelişkilerin uzlaşmayla hal edilmesiyle sosyalizmin tedricen kabulüne” dayanıyordu. Bu görüş daha sonraları daha da ileri taşınarak, onları “kapitalizmin kabulüne” götürmüş ve bunu savunan tüm “Komünist Partiler” düzenin birer yedek gücü haline gelmişlerdir.

Devrimlerin yenilgi dönemleri ve devrimci durumun gerilediği koşullarda, bir çıkış yolu ve kurtuluş reçetesi olarak sivil toplumculuk reformların ötesine geçemedi. Rusya’da, gericilik yıllarında ortaya çıkan “tanrı arayıcıları” gibi, ülkemizde de, 12 Eylül sonrası, mücadeleye mecalleri kalmayan birçok çevre, parti ve örgüt, kaldığı yerden yeniden mücadeleyi örgütleme yerine, sivil toplumculuk tartışmalarına kendisini kaptırarak, eriyip gittiler. ÖDP de buna en güzel örnektir. Kurtuluş, Dev-Yol gibi kitle tabanına sahip örgütler ise, bu tartışmaların başına çeken yapılar olarak ÖDP içinde eridiler.

 

Tarihte Sivil İtaatsizlik Eylemlerinin Başlangıcı ve Günümüze Taşınması:

Amerikalı ünlü düşünür Henry Thoreu, 1846 yılında “kelle vergisi”ni ödemeyi reddettiği için bir geceliğine hapse atılır. Köleliğe karşı başlatılan bu eylemi neden yaptığını soranlara Henry, “Köleci bir devletin işini kolaylaştırmak istemediğini” ve bu yüzden de vergi vermeyi reddettiğini söyler ve bu eylemini felsefi olarak şöyle açıklar; “Tek bir namuslu kişi Massachusetts eyaletinde köle kullanmayı bırakarak bu ortaklıktan çekilse bu nedenle de cezaevine kapatılsa Amerika’da köleliğin kaldırılmasıyla sonuçlanır bu; çünkü ilk girişimin belirsiz olup olmamasının önemi yoktur. Bir kez iyi yapılan iş sonsuza kadar öyle kalacak demektir. Oysa daha çok bu soru üzerinde laflamayı severiz biz…. Herhangi birini haksız yere cezaevine tıkan bir yönetimde, doğru kişinin bulunması gereken yer de bir cezaevidir… Bütün doğru insanları cezaevinde tutmak ya da köleliği kaldırmak seçenekleri söz konusu olursa devlet hangisini seçeceği konusunda duraksamayacaktır.”

  1. yüzyılın başlarında bu eylem biçimi Mahatma Gandhi’yle daha da popüler bir biçim alır. 1869 yılında Porbandar’da Vaşiya Kastı’na ait bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve daha sonra Mahatma (ulu ruh) ismini alan Mohondas Karamçand Gandhi, Londra’da hukuk eğitimi aldıktan sonra ülkesine dönerek 2 yıl avukatlık yapar. 1893 yılında gittiği Güney Afrika’da beyaz rejimin ırkçı uygulamalarıyla karşılaşır. Gandhi’nin Güney Afrika’da geçirdiği yıllarda oluşturduğu ideolojinin temellerini, şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik oluşturmaktadır. 11 Eylül 1906 yılında Gandhi, Güney Afrika’nın Johennensburg kentinin bir tiyatro salonunda toplanan 3 bin Hintli’ye kendilerine uygulanan ırkçı ayrımcılığa karşı pasif bir direniş başlatmalarını önerir. Bu direnişin adı “Satyagraha” idi. Bu pasif direnişin temel felsefesi; devletin koyduğu yasakları tanımama ve “suç işleme”dir. Böylece “suç işleyen” bireyler ya da grupların tutuklanması, bu tutuklamaların giderek kitlesel bir hal alması üzerine, toplumsal direnişin giderek yükseltilmesi ve devletin gelişen bu toplumsal direniş karşısında daha fazla dayanamayarak geri adım atması, hatta yasayı yürürlükten kaldırmasını sağlayan pasif direniş olarak adlandırılmıştır.

Gandhi’nin Güney Afrika’daki en gözde eylemlerinden biri de hükümetin, göçmenlerin sınırı izinsiz geçmelerini yasaklamasına karşı olmuştur. Gandhi, binlerce Hintliyle birlikte sınırı izinsiz geçerek bu yasağı delmiş, eylem sonrası tutuklanan binlerce direnişçinin konacağı hapishane bulunamayınca, hükümet en sonunda yasayı iptal etmek zorunda kalmış ve yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

Gandhi, daha sonra ülkesine geri dönerek İngiliz sömürgecilerine karşı direniş başlatır. İngilizler dünyada tuz tekelini elinde tutmak için Hintlilerin ülkelerinde tuz üretmelerini yasaklar. Bu yasağın delinmesinin sembolü olarak Gandhi, deniz kenarına gelerek elindeki bir tasla deniz suyunu buharlaştırarak tuz üretir. Bu eylemine karşı İngiliz sömürgecileri Gandhi’yi hapse atarlar. Gandhi’nin tutuklanmasını protesto için binlerce Hintli deniz kenarına akın ederek tuz çıkartmaya başlayarak yasaya karşı gelirler. Sonunda İngiliz sömürgecileri hem Gandhi’yi hapisten çıkartmak hem de yasayı yürürlükten kaldırmak zorunda kalırlar.

Dünyada sivil itaatsizlik eyleminin en önde gelen kişilerinden biri de Martin Luhter King’dir. 1929 yılında doğan Martin Luhter King, Amerika’da ırkçı uygulamalara maruz kalan siyahilerin haklarının alınması için sivil itaatsizliği geliştirdi. Bu eylem biçimini Thoreau ve Gandhi’den öğrendiğini açıklayan Martin Luhter King, 1955 yılında başladığı eylemlerini şiddet içermeyen bir biçimde gerçekleştirdi. Bunun ilk kıvılcımı, Alabama’nın Montgomery şehrinde siyasi bir kadının (Rosa Parks), otobüste siyah yolcular için ayrılan bölümde ayakta kalmaya karşı çıkmasıyla başlayan olaylar ülkede büyük bir tepki toplandı. Küçük itaatsizlik eylemleri giderek büyüdü. Martin Luter King, insanların otobüsle değil de yürüyerek işlerine gitmeleri çağrısında bulundu. 382 gün süren bu eylem sonunda, Yüksek Mahkeme, toplu taşıma araçlarındaki ayrımcılığa son verildiğini açıklamak zorunda kaldı. Bu eylemin sonunda, Martin Luhter King, bu eylemin politik içeriğini; “Siz acı çektirmekte ne kadar yetenekliyseniz, biz de acıya dayanmakta o kadar yetenekliyiz” diye açıkladı.

Güney Afrika’da beyaz rejim tarafından geliştirilen ırkçı uygulamalara karşı Nelson Mandela’nın verdiği mücadelenin de büyük oranda sivil itaatsizlik eylemlerine denk düştüğünü söyleyebiliriz. Bu eylemler ve mücadele Mandela’nın 27 yılını hapishanede geçirmesine mal olsa da, bu mücadele kitlelerin ayağa kalmasını ve sonrasında “Mandela’ya Özgürlük” şiarına dönüşerek, kitlelerin sokağa dökülmesini sağlamıştır. Bu mücadele, Mandela’yı tutsaklıktan devlet başkanlığına taşımada önemli bir işlev görmüştür.

 

Sonuç olarak

Sivil itaatsizlik kavramı esas olarak 19. yy sonlarına doğru belirginlik kazandı. Sivil itaatsizliğin temel çıkışı, eylemi gerçekleştirenlerin, hükümetlerin ortaya koyduğu kanunlara karşı, kesinlikle şiddet içermeyen, herkese açık ve aleni olarak yapılan eylemlerle, karşı çıktıkları kanunların ihlal edilmesiyle yaratılan kamuoyu ve kitlesel olarak ortaya konan gücünün hükümetler üzerinde yarattığı baskıyla istediklerini elde etme şeklinde tanımlanabilir. Sivil itaatsizlikte, devletin ortadan kaldırılması ya da bir bütün eleştirisi hedefi dahi yoktur.

Stalin “Bazıları, Leninizm’in, genel olarak, reformlara karşı, uzlaşmalara ve antlaşmalara karşı olduğunu sanırlar. Bu kesin olarak yanlıştır. Belirli bir anlamda, bazı koşullarda genel olarak reformların ve özel olarak uzlaşma ve antlaşmaların gerekli ve yararlı olduğunu Bolşevikler de herkes kadar bilir” der. Bu belirleme gayet açıktır. Komünistleri tüm örgütlerden ayıran temel ayrım çizgisi, devleti ortadan kaldırmak ve yerine proletarya diktatörlüğünü kurmaktır. Bu mücadelenin uzun soluklu olduğunu bilen komünistler, hedeflerine varana kadar bir dizi farklı mücadele biçimine başvurulması gerektiğini bilirler. Tarihsel olarak sınıf mücadelesi bunu defalarca ispatlamıştır. Ancak devrimciler, hiçbir mücadele biçimine, (özellikle de sivil itaatsizlik eylemleri gibi devrim mücadelesi yerine ikame edilmeye çalışılan) gerektiğinden fazla değer vermez.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet Yürüyüşü” toplumsal mücadelenin kıyısında yürümektedir. Bu yürüyüşün herkes için adalete dönüşmesi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kararlı bir şekilde bu yürüyüşü belirlenen hedefte tamamlamasıyla değil, büyük emekçi kitlelerin, ezilenlerin, Alevilerin, Kürtlerin, tutsak yakınlarının, kadın ve LGBTİ’lerin, Cumartesi Annelerinin AKP hükümetine karşı sokakları işgal eden kararlı duruşlarıyla ancak sağlanabilir. Oysa CHP, “Adalet Yürüyüşünü” tamamladıktan sonra, bol bol bu yürüyüşün propagandasını yapmakla yetinecek, onun ötesine geçemeyecektir.