Serdar Can anlatıyor: Darağacının Gölgesindekiler ya da en büyük silahı olan canını her zaman ortaya koyanlar!

Milliyet gazetesi yazarlarından Rafet Ballı, 9 Kasım 1990 tarihli Milliyet gazetesinde bir yazı dizisi başlatır. Yazı dizisinin gazete kapağındaki adı (muhtemelen daha ilgi çekici olması için) “Boynunda İple Yaşayanlar” iken gazetenin 17. sayfasında verilen haberin başlığı “Darağacının Gölgesindekiler” olur. Bu dizide gazeteci Ballı, dönemin Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler’in 12 Eylül AFC’si dönemi uygulamalarından kaynaklı idama mahkum edilenlere dair sarf ettiği “Artık asalım” açıklamasının ardından Ceyhan Özel Tip Hapishane’ye giderek aralarında TKP/ML TİKKO davasından Serdar Can’ın da olduğu “idam mahkumları” ile görüşür. Her ne kadar söz konusu gazeteci, diziye Darağacının Gölgesindekiler adını koysa da konuşanlar ne idamla yargılanmaktan ah vah ederler ne de hala canlarını ortaya koyacak mücadeleye devam etmekten…

Aralarında Dev Yol davasından Münir Hocaoğlu, Ömer Tunca, Mustafa Kantaş, Hacı Saygılı, Mustafa Durak, Tevfik Güneş, PKK davasından İzzet Baykal, Fevzi Yetkin, TKEP davasından Nihat Şeker, Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği Başkanı İlker Dilcan’ın da olduğu söyleşinin tamamına Milliyet’in arşivinden ulaşılabilir. Ancak biz, Serdar Can’a ilişkin evindeki arşivlere göz gezdirirken bu röportajın yalnızca onunla yapılan kısmına ulaştık ve sizlerle onları paylaşarak Serdar Can gibi ömrünü devrim mücadelesine adamış ve hayatının hiçbir döneminde ona emek harcamaktan kaçınmamış bir devrimcinin kısa bir profilini aktaracağız:

 

– Özgeçmişiniz?

– 1961 Diyarbakır doğumluyum. Ortaokul birinci sınıfa kadar Diyarbakır’da okudum. Sonra tahsilime Ankara’da devam ettim. Ve gene Ankara’da liseden ayrıldım.

Maddi durumumuz iyi sayılmasına rağmen Ankara’ya göçtükten sonra bir bozulma oldu. Artık hem çalışıyor hem de okul okuyordum. Yalnız bu çalışma aile ekonomisine direkt bir katkıdan çok tamamen kendi harçlığımı gidermek içindi.

1977-78’lerde nispeten aktif bir yaşamım vardı. Liseyi terk ettikten sonra Diyarbakır’a döndüm ve artık bütün vaktimi siyasal faaliyetlere ayırdım.

1981 yılı Ocak ayında Diyarbakır’da yakalandım. 84 Haziran’ında TKP-ML TİKKO dava dosyasından idam cezasına çarptırıldım. Bir müddet sonra da bu cezam Yargıtay’ca onaylandı.

– İsnat edilen suçunuz?

– İsnat edilen suç, silahlı çatışma ve adam öldürme.

– Davanızın şu anki seyri?

– Dosyam üç yıla yakın bir süredir Meclis’te bekliyor.

 

“İdamın gündemleşmesi şantajdır”

– (Devlet Bakanı Mehmet, b.n.) Keçeciler’in ilk açıklamasından sonra hissettikleriniz?

– İlk etapta aklıma gelen egemen klikler arasında kızışan dalaşmada bunun bir sıyrılma manevrası olduğuydu. Yılın ilk aylarından beridir egemenler arasında İslami yönelimleri bir sindirme operasyonu gözlemliyorum. Önce Muammer Aksoy, ardından (Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Üyesi ve Yazarı Çetin, b.n) Emeç’in öldürülmesi bununla dolaysız olarak bağlantılıdır. Amaçları İslami yönelimlere karşı kamuoyunda bir antipati yaratmak ve dikkatleri onların üzerine çekmekti. Nitekim hemen bu iki olaydan sonra çeşitli, önemli yönetim kademelerinde yüzlerce insan İslamcı-tarikatçı diye açığa alınmıştı. Meselenin bu kadarla kapanacağını sanıyordum. Fakat Turan Dursun ve Bahriye Üçok olayları İslamcı tasfiyesinin henüz bitmediğini gösteriyordu. Üstelik egemen kliklerin önemli bir kesiminin sözcüsü sayılan TÜSİAD’ın hazırladığı eğitim raporunda İslami eğitimin yoğunluğuna çekilen dikkat ile MİT’in ‘irticai tehlike’ kaygısıyla sunduğu rapor da aynı döneme denk düşürülüyordu.

Keçeciler’in açıklaması işte tüm bunların üzerine geliyor ve kamuoyunda gündemi birden değiştiriyordu. Bu açıklamanın kuşkusuz çok yönlü nedenleri vardır. Bence tüm bu nedenlerin başında gelen iki esas nokta vardır. Birincisi dikkatleri İslamcı akımlardan kaydırıp bizlere yöneltmek, ikincisi ise idamları dışarıdaki arkadaşlarımıza karşı bir tehdit ve şantaj unsuru olarak kullanmaktadır.

Kişisel hissiyatımda kayda değer bir değişme olmadı. Çünkü tüm bunların bir şantaj ile kıvrak bir manevra olduğunu ilk günden biliyordum.

 

“İdam için olağanüstülük lazım. Darbe ya da savaş gibi…”

– Keçeciler’den önce idam cezasının olabilirliği ya da olamazlığı konusunda ne umuyordunuz?

– Keçeciler’in beyanından önce idam cezalarının olabilirliğine çok zayıf bir ihtimal olarak bakıyordum. Şimdi de öyle düşünüyorum. Bu koşullarda idam infazlarının gündeme gelmesi, iktidar için ‘parmağını arı deliğine sokmak’ anlamına gelir ki, bunu kendileri de çok iyi kavradılar.

İdamlar için bir olağanüstülük lazım. Tepeden inme bir askeri cunta veya savaş gibi. İşte o zaman şimdi zayıf gördüğüm ihtimal yerini güçlü ihtimale bırakır.

– Bu konuda (idamlar) kamuoyunun tepkisini nasıl buldunuz?

– Halkımızın ve onun çeşitli katmanlarının sözcüsü demokratik kurum ve kuruluşların olaya tepkisi sevindirici fakat yeterli değil. Bu tür açıklamalara karşı daha yığınsal tepkiler göstermek lazım.

Uluslararası tepkiye gelince Körfez krizinden dolayı Türkiye’yi incitmemeye özen gösteren Avrupalıların, şu sözüm ona insan hakları şampiyonlarının, gerçek yüzleri bir kez daha ortaya çıktı. Her şeyin çıkara dayalı olduğunu bir kez daha gösterdi.

Egemenler arasındaki didişme öylesine alçakçadır ki, rakiplerine oranla bir puan fazladan kazanabilmek için bir numaralı idam karşıtı kesilirler. Görmedik mi? Düşünebiliyor musunuz Demirel bile idamlar için hem olabilir hem olmayabilir anlamına gelen ilk günkü yuvarlak açıklamasının aksine bir gün sonra geri adım atmak zorunda kaldı.

 

“Evrensel idealleri olan devrimciler için bunlar palavradır”

– İddianame ilk olarak hakkınızda idam cezası istendiğinde neler hissettiniz?

– Bu konuda basın organları ile TV’nin yaptığı merhamet avcılığından nefret ediyorum. Bazı adli mahkumları çıkarırlar, yok efendim geceleri yatamıyorum, yok sabahlara kadar ah vah çekiyorum diye konuştururlar. O tür insanlar için bu doğrudur. Ama belli idealleri olan, kapsamlı ve evrensel idealleri olan inançlı devrimciler için bu palavradır. On yıldan beridir ha iddianameymiş ha mahkeme-yargıtay ha meclismiş diye idamla haşır neşirim ama şimdiye kadar asılacak mıyım yoksa asılmayacak mıyım diye oturup da şöyle kendi kendime dert yanma gereği hissetmedim. Ben bir savaşın içindeyim ve onun gereği olarak öldürülebilirim. Sükûnetle bunun bilincindeyim.

Başka birinin asılması ihtimalinin yaratacağı huzursuzluğu ta içerimden hissederim ama asılacak olan kendimsem inanın o kadar huzursuz olmam. Tabii ki insani bir kaygı taşınır. Fakat ailelerimizin çektiğinin yanında bu hiç kalır. Mesela seksenine merdiven dayamış bir ihtiyarcık olan babam, geçen sohbetimizde şöyle diyordu: Eğer öyle bir şey olursa vallahi yaşıma başıma bakmadan silahı elime alıp sokaklara düşerim.

 

“Ceza okununca ‘Kahrolsun faşizm’ sloganını attım”

– Mahkemede idam kararı verildiğinde salonda neler hissettiniz?

– Mahkeme kararını önceden bildiğim için pek bir şey hissetmedim. Cezalar okunduktan sonra “Kahrolsun faşizm! Yaşasın partimiz TKP/ML!” diye slogan attım.

Karar okunurken salonda annemle babam da dinleyici olarak bulunuyordu. O anki duygularını bana “içimiz yıkıldı” diye anlattılar. Biz cezaevine geri götürülürken arabanın hava deliğinden annemi gördüm. Asfalt yolun ortasından geçen tümseğe çıkmış, bir eli belinde diğer eli havada ‘Hawar! Lime fermane!’ yani ‘İnsanlık onuruna sesleniyorum! Bize ferman çıktı! Bu boyda gençlere yılan olsa kıyılmaz!’ diye bağırıp çağırıyordu.

Ailemi idam cezasına ta 1981 yılından beri alıştırmaya çalışıyordum. Birkaç dakikalık görüşmelerimizin bir kısmını da bu konuya ayırırdık. Tabii ki anaları bu konuda ikna etmek olanaksızdır.

– Sizin özlediğiniz düzende idam cezası olacak mı?

– Bizim özlediğimiz düzende idam cezası olabilir de olmayabilir de… Ancak benim özlediğim dünyada idam cezası yok. Sınıflar mücadelesi çok geniş kapsamlı bir savaştır. İnsan hem vurabilir hem de vurulabilir ama esirler vurulmamalıdır. Ben yeryüzünde kazanılamayacak, doğrular konusunda ikna edilemeyecek insan tanımıyorum.

 

“Gene kendi canımızla savaşacağız”

– Eskişehir hücre tipi cezaevi konusunda ne düşünüyorsunuz? Niye buna karşısınız?

– Hücre tipi cezaevine karşıyım. İnsan toplumsal bir varlıktır. Tek başına yaşaması çok zordur. İnsanoğlu sürekli olarak birkaç kişiyle de yaşayamaz. Psikolojisi buna elverişli değildir. Bir süre sonra oradaki yaşam çekilmez hale gelir. Depresif davranışlar, bunalımlar ve sonuçta da ruhsal çöküntü…

İktidarın politikası tam da bunun üzerine kurulmuştur. Bizleri birbirimizden soyutlayıp yaşayan ölüler haline getirmektir amaçları. Eskişehir hücre tipi pisliktir. Pislik bir beynin ürünüdür. O cezaevini kabul ettiremeyecekler bize. En büyük silahımız canımızdır. Gene kendi canımızla savaşacağız. Canımız ortada.

– Dışarı çıksanız ilk olarak ne yapmak isterdiniz? (Siyasal konular hariç)

– Dışarı çıkarsam ilk olarak yapacağım şey, bir hamama gidip vahşet yıllarının bütün kirini ve pasını atarcasına keselenmek ve yıkanmak olacaktır.

 

* Ceyhan Özel Tip Hapishane’de çekilen bu fotoğrafta, Serdar Can, 12 Eylül AFC döneminde Diyarbakır 5 Nolu işkencehanelerinde de birlikte direniş sergilediği Proletarya Partisi sempatizanlarından Ramazan Kılavuz ile birlikte… Kılavuz 3 Haziran 2001’de İsviçre’de mücadele yaşamında karşılaştığı zorlukları atlatamamış ve yaşamını intihar ederek sonlandırmıştı.