Mesele sadece papaz değil!

24 Haziran 2018 tarihinde yapılan erken genel seçim sonrası AKP, stepne partisi MHP’nin ve bir kısım Kemalist faşistin (Vatan Partisi) desteğini alarak devlet örgütlenmesi içinde, Fethullah Gülen taraftarlarını tasfiye ederek kendi gücünü tahkim etmiş durumdadır.

Baskın seçimleri her türlü manipülasyon, hile, tutuklama saldırısı vb. yol ve yöntemleri kullanarak kazanan R.T. Erdoğan ve AKP; 2019 yerel seçimlerini de kazanmak için, baskı ve yasakları, gözaltı ve tutuklamaları, kayyım atamalarını vb. devam ettireceğini gizlememektedir.

Hiçbir demokratik hakkın kullanılmasına tahammüllü kalmayan AKP’nin, Cumartesi Annelerine/İnsanlarına yaptığı saldırı, 3. Havaalanı işçilerinin eylemlerinin faşist zorla bastırılması ve bir kısım işçinin gözdağı için tutuklanması, demokratik-devrimci muhalefete yönelik tutuklamaların sınır tanımayan bir şekilde devam etmesi vb. ülkeyi açık bir hapishaneye çevirmiş durumdadır.

Yaşanan ekonomik krizin faturasını işçi sınıfına ve halka havale eden Türk hakim sınıfları, ekonomik krizin yaratacağı sosyal ve siyasal tepkilerine karşı “önleyici savaş doktrine” uygun olarak daha şimdiden önlem almaktadır. Parlamenter maskeli faşizm -parlamento ortadan kaldırılmamakla birlikte-, “Başkanlık rejimi” adı altında yeniden örgütlenmiş durumdadır.

Burada önemli olan nokta, Türk hakim sınıflarının baskı aracı olan devlet örgütlenmesinin faşist karakterinin devam ettirilmesidir. Biçimsel olarak kimi değişikliklerin gerçekleştirilmiş olması, özde bir şeyi değiştirmemiş, faşizm güçlerini tahkim etmiştir.

Ekonomik krizle birlikte, Türk hakim sınıflarının devlet örgütlenmesinin emperyalist sermayeye olan bağımlılığı kendisini bir kez daha göstermiş durumdadır. Bir yarı sömürge olarak TC devleti, emperyalist mali sermayeye her açıdan bağımlıdır ve uygulamaya konulan her politika doğrudan doğruya işçi sınıfı ve halkı etkilemektedir.

Son süreçte ABD emperyalizmiyle yaşanan “çelişkiler” sonucunda ortaya çıkan tablo, bu gerçeği bir kez daha göstermiş durumdadır. TC faşizminin ABD emperyalizmiyle yaşadığı çelişkiler, başta Ortadoğu bölgesi olmak üzere bölgede yaşanan gelişmelerle ilintilidir ve asla şimdilerde Müslüman olan faşist Perinçek tayfasının iddia ettiği gibi anti-emperyalist bir duruşa karşılık gelmemektedir. TC tarihsel olarak her zaman yaptığı gibi emperyalistler arası rekabette kendisine daha fazla alan açmaya çalışmakta, şantaj politikasına başvurmakta, bu ise kimi çevrelerin gündüz düşleri görmelerine neden olmaktadır.

TC devletinin emperyalizme olan bağımlılığı rahip Brunson krizi vesilesiyle kendini göstermiştir. ABD emperyalizmi, Ortadoğu’da emperyalistler arası rekabette Türkiye’nin kendisinden ”uzaklaşma tehlikesini” gördüğünden bu yana, uygulamaya soktuğu yaptırımlarda istediği sonucu alabilmiş değildir.

Papaz Brunson’un tutuklanması ve sonrasında ev hapsinde tutulması, “dolar”ın yükselmesi ve ekonomik krizin ortaya çıkmasının nedeni olmadığı açıktır. Doların yükselmesi ABD’nin Türkiye’yle olan ekonomik ilişkileriyle doğrudan ilintilidir.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir; Doların değerinin artmasının arkasında, Trump’un seçilmesinden sonra, dolardaki faiz artırımı, kurumlar vergisinin düşürmesi vaadi vb. etkili olmuştur.

Bu durum uluslararası tekellerin sermayelerini ABD’de tutmaya yöneltmiş ve dolar giderek değer kazanmıştır. Bu ise doğrudan emperyalist mali sermayeye bağımlı olan başta Türkiye gibi yarı-sömürge ülkelerin ekonomisini etkilemiştir.

Türkiye yarı-sömürge bir ülke ve ekonomik olarak emperyalistlere bağımlıdır. Üretim alanındaki tüm hammadde dışarıdan geldiği için, ulaşım ve petrol ve diğer enerji ülkeye dolar bazında girmektedir. Doların değer kazanması tüm maliyetlere yansımakta, bu da liranın kaybı ile birlikte maliyetleri yükseltmektedir.

Rahip Brunson’un ”Türk ekonomisini bu duruma getirdiği” söylemi, Türk medyasının bilinçli yaptığı bir propagandadır. ABD’nin Rahip Brunson meselesi nedeniyle iki Bakana yönelik aldığı yaptırım kararı Türkiye’ye verilen bir gözdağıydı. Esas sorun; Rusya’dan S-400 füzeleri alımı nedeniyle F-35 savaş uçaklarının Türkiye’ye verilmemesi, Türkiye’nin ihraç ürünlerine getirilen ek gümrük vergileri, İran yaptırımlarında Türkiye’nin ABD’nin yanında yer almasını sağlama ve Suriye’de, Türkiye’nin ABD çıkarlarına ters düşmesi idi. Tüm bunlar Türk ekonomisine yansımış ve krizin başlıca nedenleri arasında yer almıştır.

Doların yükselmesi, döviz borcu olan şirketleri zor bir sürece sokmaktadır. Tüm girdi mallarının dolar üzerinden hesaplanması, maliyetleri artırmakta, şirketler bu kur farkını kapatmak için üretilen mallara yaptıkları zamlarla açıklarını kapatmaya çalışsalar da, mallarını satmada karşılaştıkları pazar darlığı üretim krizine neden olmaktadır.

Bu durum enflasyonu tetiklemektedir. Dolar yükseldikçe, dolara olan ihtiyaç daha da artmakta, bu da resmi paranın değer kaybetmesine neden olmakta ve enflasyon yükselmektedir. Bunun sonucu olarak alım gücü yükselmektedir. Buna karşın patronlar işçilerin aylık ücretlerine yeni zamlar yapmadığı için, işçilerin geliri giderek erimektedir.

AKP, Türk ekonomisinin girdiği krizi sürekli gizlemektedir. Erdoğan’ın ”bu dış güçlerin Türkiye’yi güçsüz göstermek için yaptığı bir oyun” dese de bu söylem de artık tutmamaktadır. Bir yandan ekonomideki krizi gizleyen AKP, bununla da yetinmeyerek, doların yükselmesiyle ilgili haber paylaşımı yapanların dahi tutuklanmaktadır. (Sosyal medya hesabında ‘Dolar çıktığı için batmıyoruz battığımız için dolar yükseliyor. Dolar 7.15’ yazan Siirt İl Genel Meclis üyesi İlhan tutuklandı. 27 Eylül, Evrensel)

Bu durum bile krizin vahametini anlamak açısından yeterlidir. AKP, krizden çıkmak için yeni ekonomik önlem paketleri açıklayarak, emperyalist sermayeye güvence vermeye ve böylelikle emperyalist sermayeyi yeniden ülkeye çekmeye çalışıyor.

Krizden çıkış formülü: İşçi sınıfının haklarına yönelmek, halkın cebine göz dikmek!

Hazine ve maliyeden sorumlu Bakan Berat Albayrak, Eylül ayının sonlarına doğru ”Yeni Ekonomik Program”la hedeflerini açıklamış oldu. Bu ”YEP” en belirgin özelliği ”Bireysel Emeklilik Sigortasının” zorunluk süresinin üç yıl daha uzatılması ve verginin ”tabana yayılması” adıyla halktan daha fazla vergi almaya yönelik alınan karardır.

Albayrak, YEP’i açıklarken ekonominin aslında ”çok iyi gittiğini” belirtti ancak, ”Gezi olaylarıyla başlayan süreç, 17-25 Aralık, bizi doğrudan etkileyen savaş ve jeopolitik risklerle birlikte 15 Temmuz darbe girişimi hayata geçti. Ekonomimiz yara aldı. Planlananların hayata geçirilmesine fırsat verilmedi” diyerek herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemekten çekinmedi.

Üstelik bu yalanlarına daha büyük bir yalan ekleyerek, “ABD yönetiminin Türkiye ekonomisini ve Türk Lirası’nı doğrudan hedef alması”sını gösterdi. Tabi bu yalanların ardından da, ”böylesi dönemlerde herkesin daha çok fedakarlık yapmasını” söylemekten de geri kalmadı.

Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın ”YEP” açıkladığı saatlerde, emperyalist bir kuruluş olan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın açıkladığı Türkiye raporu ise, krizin giderek derinleşeceğini söylüyordu. OECD 2018-2019 için Türk ekonomisinin aşağıya doğru ineceğini söyleyerek, Türk ekonomisinde bir büyümenin olmayacağı, düşüşünün önceki yıllara göre, artacağını açıklıyordu. 2018 yılı büyüme tahmini 5.1’den % 3.2’ye, 2019 yılı için ise % 4.9’dan % 0.5 düşeceğini açıklamaktadır.

Bu durumda Albayrak’ın ”YEP” ile emperyalist sermayeyi ülkeye çekmek için fazla güvence vermediği, uluslararası tekellerin Türkiye’ye yatırım yapma isteklerinin görülmediğini, aksine kendilerini garantiye almak için, Türkiye’deki sermayelerini ülke dışına çıkarmalarının önüne geçilmediğini gösteriyor. Aynı durum Türk komprador burjuvazisi için de geçerlidir. Erdoğan’ın Almanya ziyaretinde, Alman tekelci işveren temsilcileriyle yaptığı toplantıda, tüm sermeye çevresine güvence vermesi, “isteyenin kendisini arayabileceği”ni söylemesi ekonomik krizin, Türkiye için ne kadar derin olduğunu gösteriyor.

28 Eylül 2018 tarihinde Gazete Duvar’da aktarılan rakamlar Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumu bir başka yönüyle gözler önüne sermektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Ticaret Bakanlığı işbirliğiyle oluşturulan Türkiye’nin Ağustos ayı dış ticaret verileri çarpıcı rakamlar içermektedir:

İhracat 2018 yılı ağustos ayında, 2017 yılının aynı ayına göre yüzde 6,5 azalarak 12 milyar 383 milyon dolar, ithalat yüzde 22,7 azalarak 14 milyar 805 milyon dolar olarak gerçekleşti. Böylece ağustos ayında dış ticaret açığı 2 milyar 422 milyon dolara geriledi. İhracatın ithalatı karşılama oranı 2017 Ağustos ayında yüzde 69,1 iken, 2018 Ağustos ayında yüzde 83,6’ya yükseldi. Rusya’dan yapılan ithalat, 2018 yılı Ağustos ayında 1 milyar 551 milyon dolar oldu. Bu ülkeyi sırasıyla 1 milyar 447 milyon dolar ile Çin, 1 milyar 277 milyon dolar ile Almanya ve 920 milyon dolar ile ABD izledi.”

Bu tablo, Türkiye ekonomisinin ne durumda olduğunu hiç bir yoruma yer vermeyecek kadar özetlemektedir. Ekonomideki durgunluk ve kriz her geçen gün genişleyerek sürmektedir. Emperyalist sermaye, krizden dolayı ülke dışına kaçarken, yeni yatırımlar için Türkiye’yi riskli gördüklerini açıklamadan da geri kalmıyorlar. Bu durum sadece emperyalist yatırımlar için değil, komprador burjuvazi için de geçerlidir. TOFAŞ, yaşanan krizden kaynaklı olarak Ekim ayında 9 gün üretime ara verme kararı aldı.

Keza, ekonomik kriz sonucu ülke içindeki pazarı daralan Renault Fabrikası 4 hafta boyunca cumartesi günleri üretime ara vereceğini açıklamış bulunuyor. AKP’nin en çok övündüğü inşaat sektöründeki durgunluk ekonominin yokuş aşağı suratla inişe geçtiğini gösteriyor. Küçük esnaf ise arka arkaya iflas etmekte, kredilerini ödemeyen küçük üreticiler çözümü intihar etmekte bulmaktadır.

Yaşanan tablo ekonomik krizin ağırlığına işaret etmekle birlikte, Türkiye devrimci komünist hareketinin görevlerine ve sorumluluklarına da işaret etmektedir. Ekonomik krizin AKP’yi yıpratacağı, -belki de hükümetten düşüreceği- beklentisi büyük yanıltmacadır. Bu tezler başta CHP çevreleri olmak üzere, hakim sınıfların muhalefette kalan kanadı tarafından servis edilmekte ve maalesef alıcı da bulmaktadır.

Devrimcilerin ve komünistlerin böyle bir beklentisi olamaz. Bu her şeyden önce ideolojik bir probleme, işçi sınıfı ve halka güvenmeyen bir yaklaşıma hizmet eder.

Temel görev, işçi sınıfı ve halka ekonomik krizin gerçek nedenini propaganda etmek, gerçek anlamda çözümün yolunu göstermektir. Meselenin sadece papaz olmadığı, Türk hakim sınıflarının emperyalizme, emperyalist mali sermayeye bağımlılığı ve bu bağımlılıktan nemalandıkları, krizin faturasının ise işçi sınıfı ve halka kesildiği anlatılmalıdır.

Bu bağımlılık ilişkisi koparılıp atılmadan ekonomik krizlerden kurtuluş olmadığı, üstelik krizlerin işçi sınıfı ve halkı her defasında daha da yoksullaştıracağı bilinmelidir. Diğer yandan bu tür krizler hakim sınıflar açısından bir yandan kendi karlarına kar katmalarına yol açarken, diğer yandan uygulamaya koydukları politikalarla, faşizmi tahkim etmelerine, ırkçı, şovenist, kadın düşmanı vb. politikalarının daha da güçlenmelerine neden olmaktadır.

Politik olarak bu gerçeğe karşıda uyanık olmak, ekonomik krizin doğrudan doğruya iktidara karşı muhalefeti güçlendireceği yanılgısı içine düşmemek önemlidir.